Sabah. Artık her sabah gün doğarken donuyor içim, nicedir ümidimi yitirmişim. Ne yazmak geliyor içimden, ne umut beslemek yarınlara. Samandan ottan taştan tahtadan mermerden bir heykelcik gibi, beynimi susturmuşum.
Ne hayal kurmak, ne analiz yapmak, ne öğrenmek ne öğretmek, ne de roman yazmak istiyorum harflerin suç addedildiği yerde. Dar zamanlarda, yürek sıkıntılarında şiir yazılır. Dar zamanlarda, yürek sıkıntılarında hikaye yazılır. Ama roman öyle değil. Roman yazabilmek için her şeyden evvel yarına itimadınız olacak. Yarının bugünden daha farklı, daha öte, daha iyi olacağına içten içe inanacaksınız ki yazabilesiniz. Bir romanla, onun karakterleriyle aylarca, hatta senelerce sabırla çalışabileceksiniz. Roman ki edebi türler arasında en fazla süreklilik ihtiyacı ve geleceğe güven gerektirendir... Roman ki, ancak “yarın”a inanırsan yazabilirsin... Sadece şimdinin hakim olduğu bir atmosferde nasıl roman yazılabilir?
Azınlıkların bu memlekete küsmelerinden endişe ettiğini yazıyor Cengiz Çandar. Haklı. Ama ya, “çoğunluk”tan olanlar, ya azınlık olmayıp da küsenler... Gayrimüslim olmadıkları, etnik ya da şu veya bu azınlık kökenden olmadıkları, düpedüz çoğunluktan oldukları halde kendilerini azıcık, az kalmış hissedenler... Ya Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra lay-lay-lom yeniden eski hayatlarına aynen devam edemeyenler, boynu bükük kalanlar? Boğazlarında bir yumru, yutkunsan da geçmez bir türlü, yüreciklerinde bir hüzün... ya Hrant’la beraber umutlarını, inançlarını, dirayetlerini de yitirenler? Ya onlar?
BBC radyoda sabah bir edebiyat programına tesadüf ediyorum. Bir romancı, karşısında yaklaşık yirmi kişilik bir okur topluluğu ve bir de sunucu. Okurlar her kesimden geliyor, aralarında ev hanımları, bankacılar, üniversite öğrencileri... her meslekten insan var. Hep beraber oturmuş yazarın eserlerini tartışıyorlar. Ayrıntılar üzerinde duruluyor, bir kitaptan bir kitaba uzanan köprüler keşfediliyor, insanlar doya doya, sansürsüz, salt edebiyat konuşuyor.
Programın sonunda yazar teşekkür ediyor okurlara, kitaplarını böylesine analiz ettikleri için. “Yazarken benim dahi farkında olmadığım tesadüfleri yakaladınız, şaşkınım, düşünmeliyim şimdi...” diyor. “Her yazar kitaplarını, okurlardan öğrenir aslında.” diye onaylıyor sunucu. “Edebiyat eleştirisi bu yüzden yazarların gıdasıdır. Onlar bununla beslenir. Beslendikçe daha iyi yazarlar, daha cesur, daha yaratıcı. Okurdan yazara, sonra yazardan tekrar okura akan bir devr-i daim gibi, sonuçta tüm bir kültür beslenir bundan.....”
Sabah. BBC radyodaki edebiyat programını dinliyorum. Ne ifade özgürlüğü tartıştıkları, ne en temel hak olan insanca, adilce yaşama hakkı. Oturmuşlar ellerinde çayları, kucaklarında kitapları, bir romanı roman gibi, bir kitabı kitap gibi tartışıyorlar. Kurguyu konuşup, dilsel zenginliklerini yakalayarak, karakterleri tahlil edip bu eserin edebiyat tarihinde nereye düştüğünü açarak... Siyaset değil, komplo teorileri değil, sadece ve sadece, som ve saf edebiyat analizi yapıyorlar. Değerlerini, beyinlerini, bireysel yaratıcılığını harcamayan, hor görmeyen, susturmayan bir ortam ihtiyacı ulaşılmaz bir lüks mü, dünyada sadece belli toplumların yararlanabildiği? Lükslerini kıskanıyorum. Sabah. BBC radyodaki edebiyat programını dinlerken içim burkuluyor.
28.01.2007