Hiç unutmuyorum. Sivas Madımak Oteli nde yaşanan o korkunç trajedi ve katliamdan sonraki günlerde bir kadın konuşmacı ODTÜ de bir panelde şöyle seslenmişti dinleyenlerine:
"Sivas ta ölenlerin yarıya yakını kadındı. Ama onların ölmesine sebep olan, tansiyonu artıran, dışarıda bekleşen kalabalığa baktığınızda tek bir kadın bulamazsınız aralarında. Neden? Çünkü kadınlar öldürmez, öldüremez. Kadınlar ancak bıçak kemiğe dayandığında katil olabilirler, o kadar. Ama kadınlardan ne seri katil çıkar, ne fundamentalist, ne ırkçı, ne faşist ne de başka aşırı uçlar. Zira kadın her şeyden evvel anadır. Hayatın kıymetini bilir..."
"Peki ya hiç de anaç olmayan, tam tersine son derece şiddet yanlısı görünen, bu yolda emirler veren, son derece ceberrut kadın liderlere ne diyeceksiniz?" diye sordu dünleyicilerden biri. Konuşmacı şu cevabı verdi: "Onlar feminen yanlarını yitirmiş, erkekleşmiş kadınlardır. Erkekler dünyasında var olabilmek için kadınlıklarından feragat eden kadınlar. Dolayısıyla kaideyi bozmazlar."
Peki nedir bu kaide? Hakikaten farklı mıdır kadınlar erkeklerden, mesele şiddet ve husumet olduğunda? İddia edildiği gibi "tabiatları" gereği daha insancıl, daha barışçıl, daha sevgi dolu, daha şefkatli, daha anaç mıdır kadınlar? Neden sürekli "kadınlık" ile "annelik" eşanlamlı gibi kullanılır? Analıktan bağımsız bir veri olarak düşünülemez mi kadınlık? Erkekler pekala "babalık" kategorisinden ayrı düşünülebilirken, kadınlar niçin illa da "analık" ve "doğurganlık" üzerinden değerlendirilmekte? En siyasi yahut akademik analizlerde dahi... Şu "tabiat" denilen kelime yusyuvarlak bir topaç, herkes dilediği yöne çevirmekte. Tabiat zannettiklerimizin neredeyse tamamına yakınının "öğretilmiş" olduğunu göz ardı ederek bile bile.
Pazar günü Bağdat Üniversitesi nde, ekseriya Şiilerin gittiği bir kolejin önünde canlı bir bomba kendini havaya uçurdu, 41 kişiyi hayatından etti. Canlı bomba bir kadındı. İsrail de, Gazza da, işgal altındaki topraklarda canlı bomba olarak hareket edenlere bakın, önemli bir kısmı kadın. Aralarında genç kızlar da var, evli barklı kadınlar da. Bunların bir kısmının çocukları var. Çocuklarının olması, analığı tatmış olmaları, iddia edildiği gibi başkalarının hayatlarına karşı daha şefkatli, daha sevecen, daha "rahman" kılmamış onları. Öldürdüğü insanları bir rakam değil, düşman değil, her şeyden evvel, tıpkı kendi gibi, kendi sevdikleri gibi, en az kendi kadar, kendi sevdikleri kadar "insan", "Adem oğlu Havva kızı insan" olduğunu görmeyecek kadar gözleri kör, yüreği sağır...
Annelik de hayatın sunduğu pek çok aşama gibi kişiden kişiye değişkenlik gösteren bir tecrübe. Kimilerini daha da yumuşatıyor, olgunlaştırıyor, kimilerini ise tam tersine daha da bileyliyor, küskünleştiriyor. Kadınlar içlerinde yaşadıkları ataerkil iktidar ilişkilerinden muaf değiller. Çoğu zaman onlar da bu dengeleri, kalıpları, ilişkileri içselleştiriyor, deyim yerindeyse "oyunu kurallarına göre oynuyorlar". Ne erkek daima "özne", ne kadın sürekli "nesne". Kadınlar da en az erkekler kadar şiddet yanlısı olabiliyor, oluyor. Kadınlar tabiatları gereği daha insancıl, daha barışçıl, daha yumuşak değiller. Yok öyle bir "değişmez, sabit tabiat".
Öte yandan cinselliklerinden, bedenlerinden, hayallerinden ötürü ezilen, baskı altında tutulan, eve hapsedilen, farklı muamele gören, okula gönderilmeyen, rızaları dışında evlendirilen, tecavüzcüleriyle evlendirilen, hakları yenen, töre cinayetlerine kurban giden, bir ömür boyu gözetim altında tutulan da gene kadınlar... Hep kadınlar...
Bu iki hakikati aynı anda katmadıkça tabloya ne ataerkillik analiz edilebilir, ne "kadın ve şiddet" ilişkisi tartışılabilir.
27/02/2007