Hep bir “şükür borcu” var adeta şehirli Türk kadınlarının. “Atatürk bize haklarımızı vermese biz de Arap kadınları gibi bedbaht olurduk.” derdi annem hep beni yetiştirirken. “Sakın unutma bu mukayeseyi.”
Ben de pek çok Türk kadını gibi, hem Atatürk’e hem de erken dönem Cumhuriyet elitine, biz kadınlara verilen haklardan dolayı bir çeşit şükran borcuyla büyüdüm. Türkiye’nin, diğer Müslüman ülkelerden farklı olarak kadınlara her türlü hakkı ve özgürlüğü gayet erken bir dönemde tanıyıp bu meseleleri çoktan aşan bir ülke olduğu kanısıyla. “Haklarım bana verildi” demekle “haklarımızı biz kadınlar kendimiz kazandık” demek arasında büyük fark var. Birinde “başkasına minnet”, ötekinde “kendine güven” ağır basıyor. Birinde devlet, berikinde sivil toplum ve birey öne çıkıyor.
Cumhuriyet’in kadınlara getirdiği muazzam kazanımlardan etkilenmemek mümkün değil, ama bu tespit ve takdir, bugün içinde yaşadığımız kültürün ataerkil olduğunu görmeye engel de değil. Minnet duygusuyla büyüyen Türk kadınları için bu memleketin aslında nasıl da erkek egemen bir kültüre yaslandığını, bunun tek tek kişiler değil sistem sorunu olduğunu keşfetmek başlı başına bir varoluşsal sıçrama. Türkiye’de cinsel tabuları konuşmak siyasi tabuları konuşmaktan daha zor. Er ya da geç hepimiz yapıyoruz bu keşfi. Bir kere de değil, defalarca. Bir de bakıyorsunuz ki dışarıdan o çok cilalı pek modern görünen yapı, altını azıcık kazıyınca, son derece ataerkil. Sadece -miş gibi yapıyor. Ataerkil değilmiş gibi. Zaten meselenin kafa karıştıran kısmı da burası.
Türkiye ne gelişmiş Batı toplumları gibi ataerkilliği sorgulayan ve sürekli aşmaya gayret eden, ne de Ortadoğu toplumları gibi ataerkilliğiyle son derece barışık bir yapı arz ediyor. Amerika’da, Avrupa’da okullarda, iş yerlerinde, hatta televizyon kanallarında, popüler kültür araçlarında yaygın bir “feminist bilinç” var. Kadınların sadece dayakla kötekle ya da yasalarla yasaklarla değil, ekseriya soyut öğretilerle, ezberlenmiş kalıplarla, önyargılarla ve kallavi genellemelerle kıstırıldıklarını bilen bir bilinç. Ataerkillik dendiğinde kaba kuvvet değil, hayatın her alanına nüfuz eden ayrımcılığı anlayan ve bunu değiştirmeye uğraşan bir bilinç. Bu yüzden bu tür gelişmiş ülkelerde aklı başında kimse çıkıp da “kadınlar ezilmiyor ki kardeşim, nankör valla bunlar” demiyor. Dünyanın geri kalan birçok yerinde ise ataerkillik o kadar somut ve görünür bir hal taşıyor ki, buralarda da kimse çıkıp da benzer bir laf etmiyor.
Peki ya Türkiye’de? Ne tam Batılı ne tam Doğulu olan Türkiye’de ne “feminist bilinç” var ne “kaba ataerkillik”. Her konuda karmaşayı ve sentezleri severiz ya, bu konuda da farklı değil. Hem ataerkiliz, sapına kadar, katman katman, doku doku, hem de hadi canım ne alaka aştık biz bunları hiç de ataerkil değilmiş gibi yapabiliriz. Hatta buna kendimizi inandırabiliriz. İnandığımız için de cinsel tabularımızı, cinsiyet ideolojimizi, ayrımcılıkları, ataerkilliği sorgulama gereği duymayız.
Bu yüzdendir ki şehirli Türk kadınları bir açmaz içinde. Sağımız, solumuz, önümüz, arkamız kuşatılmış aynı nakaratla: şükret Türk kadını, şükret ki Arap ülkelerinde doğmadın, şükret ki hakların sana verildi, şükret ki şehirli ve modernsin, şükret ki parmağında oynatırsın kocanı istesen pekâlâ idare edersin canım herifi...
Şu şükür faslını bir geçebilsek, ancak o zaman görebileceğiz aslında ne kadar erkek egemen bir sistemle yetiştirildiğimizi, bunu içselleştirdiğimizi, sorgulamamız gereken ne çok şey olduğunu. Ancak o zaman görebiliriz ataerkilliğin kadınlar kadar erkekleri de kuşattığını, kuruttuğunu, mutsuz ettiğini ve ancak bunu dönüştürdüğümüz takdirde kendi çocuklarımız için, kendi kız ve erkek çocuklarımız için daha iyi bir gelecek bırakabileceğimizi...
11.03.2007