Önümüzdeki yirmi yıl çeşitli şehirlerin "dünya şehiri" olmak için atağa geçtikleri bir dönem olacak. Eskiden bunun tanımı devasa binalar ve yapılar inşa etmekten geçiyordu.
Ne kadar çok ne kadar gözalıcı bina varsa, şehir o kadar "dünya şehri" olurmuş kanısıyla. Ne var ki son zamanlarda değişmeye başladı bu trend. Giderek binalara yatırımın yerini kültüre yatırım almaya başladı. Londra, Amsterdam, New York, Barcelona, Prag... gibi şehirler öne çıkmalarını kültürel dokularına borçlular. Peki ya İstanbul? Bir yandan tüm dünyada İstanbul a karşı, giderek artan muazzam bir ilgi. İstanbul hakkında kitaplar basılıyor, programlar yapılıyor. Daimi bir merak konusu bu şehir. Bir yandan da biz Türkler hâlâ sağır ve ilgisiziz kendi şehrimizin tarihine. Ne yazık ki kültürün ne kadar önemli bir lokomotif olduğunu henüz görebilmiş değiliz.
Dünya edebiyatının en önemli isimlerinden Lawrence Durrell, İskenderiye şehri için "hafızanın başkenti" tanımlamasını kullanır. Peki ya İstanbul ya da Ankara için böyle diyebilir miyiz? Hafızanın şehirleri mi bunlar, yoksa tam tersine unutuşun, hafızasızlığın şehirleri mi? Peki ya Türkiye? Nasıl bir toplum bizimkisi, hafıza-amnezi skalasında yerimiz neresi?
Kimi toplumlarda süreklilik esastır. Biriktirmek, inşa etmek, kat üstüne kat çıkmaktır aslolan. Kimi toplumlarsa tam tersine, kendi kendilerini silerek var olurlar. Türkiye alabildiğine hafızasız bir toplum. Modernleşmek, Batılılaşmak ve muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak için rotasını tam gaz geleceğe çevirirken geçmişle bağlarını koparması gerektiğine inanmış bir toplum.
Gelecek odaklı bir toplum bizimkisi. Bunun bir pozitif tarafı var: Değişim. Pek çok açıdan muazzam bir "değişme kabiliyeti"ne sahip Türkiye. Dünya üzerinde kaç ülkede bu kadar uzun soluklu toplumsal dönüşümler, bu kadar kısa zamanlarda gerçekleştirilmiştir? Ama resmin bir de negatif tarafı var. Geleceğe bu kadar odaklı olmak bir toplumu dinamik kılabilir kılmasına da, hafıza pahasına olmamalı bu. Türkiye de gelecek-odaklı olmanın bedeli hafızasız olmak, yani toplumsal amnezi. Niceleri için milat demek, 1923 demek. Bu tarihten evvel yaşanan hiçbir şey ilgilerini çekmiyor. Osmanlı adeta bir başka memleket. Nedense bizde "ilerici" olmak demek "tarih bilincinden yoksun" olmakla özdeş. Eğer siz gene de tarihle ilgileniyorsanız, gelenekleri önemsiyor ve içeriden dönüştürmek istiyorsanız, "gerici" bile addedilebilirsiniz burada. Öylesine birbirine girmiş kategoriler, karışmış skala.
Sadece zamansal değil kopukluklarımız, aynı zamanda mekânsal. Kutuplaşmaya meyyal bir toplumuz. Ankara nın doğusunu bilmeyen bir elit tabakamız var. Çok çabuk adalaşıyor, cemaatleşiyoruz. Bir adadan diğerine akmıyor bilgi birikimi. Birbirine değmeden yaşayan kesimler var bu ülkede, camdan duvarlarla çevrili kültürel gettolarımız.
Türkiye nin süreklilik duygusuna kavuşmasında yazarlara, yazıya önemli roller düşebilir. Siyasetin giremediği yerlere girebiliyor yazı ve sanat. Dönüştürebiliyor tavsamış kalıpları, iyileştirebiliyor eski yaraları. Bilhassa edebiyatın görevi tam da bu: Hudut bulandırmak. Kategorileri, kalıpları zorlamak. Türkiye de dinamikleri nicedir işleyen, göz ardı edilemeyecek bir değişim ve dünyaya entegrasyon süreci var. Ancak her değişim, beraberinde değişimlerden hoşlanmayanların tepkilerini de sürüklediğinden, yandaşları olduğu kadar karşıtları da olan bir süreç bu. Bu sebeptendir ki 2007 öncesinde bir fikirsel bölünme var tam karşımızda. Önümüzdeki sene bu çatallaşmış yol ayrımında daha fazla durup soluklanamayacağız. Artık bir adım atmamız gerekecek, ya bu yana ya beri yana.
Eğer kendi içimizdeki farklılıkları bir "çıbanbaşı" olarak değil de, kültürel ve entelektüel zenginlik kaynağı olarak görmeye başlarsak, eğer hepimizin en nihayetinde aynı kamusal alanı paylaştığımızı ve aynı geminin yolcuları olduğumuzu hatırlarsak, eğer korkmazsak sivil toplumdan ve ifade özgürlüğünden, eğer ötelemezsek Öteki ni, eğer sanatın ve edebiyatın yeni dünyadaki önemini anlayabilirsek, işte o zaman sadece hafızanın başkenti olmakla kalmaz, dünya edebiyatının, sanatının ve kültürünün de sayılı merkezlerinden biri haline gelir şehirlerimiz. Yeni yüzyılın diplomatları politikacılardan değil sanatçılardan çıkacak. İstanbul bir dünya şehri; ama önümüzdeki yirmi yılda bunu anlayıp anlamamak ve dünyaya anlatıp anlatamamak tamamen bizim elimizde.
13 Mart 2007