Biz çok az yolculuk yapan bir milletiz. Sevmiyoruz öyle önümüze dünya haritasını açıp karı koca ya da ailecek her sene bir başka memleket keşfetme idealini. Bayramlar, şubat tatilleri, yaz tatilleri... gelip geçiyor.
İşin paraya dayanan bir yanı var elbet. Var da sadece maddi sıkıntılarla açıklanamaz yolculuk alerjimiz. Ucuza çıkacak pek çok yolculuk var yapılabilecek; ama milletçe biz onlara da pek meyletmeyiz. Yurtiçi gezilerimiz akraba ziyaretleri temelindedir ekseriya. “Memleket”e dönmek ile yolculuk yapmak aynı şey değildir oysa. Zira yolculuk insanın tam da bilmediği yere gitmesi, tam da alıştığı ortamdan çıkması tanıdıklardan uzaklaşıp yabancı ile tanışmasıdır. Bu anlamda biz yolculuklardan hazzetmeyen bir toplumuz.
Milletçe yeterince balık yemeyişimizden tarihî anıtlara yönelik genel hoyratlığımıza kadar hemen her konuda hep aynı açıklama çıkar karşımıza: “Ee, ne de olsa göçebe toplumuz. Daha yerleşik kültüre geçemedik tam olarak.” Ne kadar çok işittik bu açıklamayı, döne döne defalarca.
Madem bu kadar göçebe bir toplumuz ve bir türlü yerleşemedik, ne demeye seyahat etmeyiz peki? Madem bu kadar göçebe bir toplumuz, kitapçı raflarında da hem tarihsel hem güncel nitelikte epeyce seyahat/keşif/anı kitabı bulmayı beklersiniz. Oysa son derece kısıtlıdır bu tür kitaplar. Ne de olsa, Ahmet Midhat’ın, ismiyle okurda kallavi beklentiler uyandıran yapıtı Sayyadane Bir Cevelan bile Beykoz’dan başlayıp İzmit Körfezi’ne kadar uzanıverir sadece. Ne de olsa “abd-i hakir Evliya-yı fakir” olarak tüm memalik-i Osmaniye’yi gezen Evliya Çelebi, dediği gibi bir ayaklı-dil-sürçmesi değilse eğer, başlı başına bir sapmadır pek çok açıdan; ayrılır genel kalıptan. Geri kalanlarımız, ne geçmişte ne bugün, “şefaat” yerine “seyahat” talep etmeye kalkmıştır Rab’dan.
Merak ki en basit itki. Merak ki en çabuk yitirdiğimiz ve yokluğunu dahi hissetmediğimiz. Merak içinde yaşadığın âlemi hissetmenin, başkalarının hikâyelerini paylaşmanın, seyahat etmenin ilk adımı. Sadece doğduğun yeri, yani dünya üzerinde seni yoğuran köşeyi değil tüm evreni parçan olarak görmek, kendini tüm evrenin parçası olarak görmek...
Oysa değil dünyayı memleket olarak görmek, kendi sokaklarımızı dahi yaşam alanımızın parçası olarak algılayamıyoruz. Ellerimizde görünmez tebeşirler, durmadan çiziyoruz yaşam alanımızın hudutlarını. Önce kendi evlerimizi, akrabalarımızın evlerini, arkadaşlarımızın evlerini, komşularımızın evlerini bir kenara ayırıyoruz birer birer. Oralarda dikkatli ve temiz davranıyoruz. Geriye kamusal alanlar kalıyor: Sokaklar, meydanlar, parklar, denizler, ormanlar... Onlar görünmez tebeşirle çizdiğimiz ve kendimize ait bellediğimiz alanın dışında. Onlar “orası”. Türkiye’de sokaklar “başkasının memleketi”, başkasına ait.
İşimize geldiğinde Osmanlı’nın temizliğiyle, su kültürüyle övünüyor, tarih boyunca bizim ne kadar pak, Batılıların ne denli pis olduğundan dem vuruyoruz. Ortaçağlarda Fransa sokakları pislik içindeyken, Osmanlı hamamlarında gürül gürül akan sular altında arınan atalarımızla övünüyoruz. Sebiller, ayazmalar, hamamlar, çeşmeler... Peki nasıl oldu da kaybettik su kültürünü? İşimize geldiğinde gene geçmişte ne denli şanlı bir imparatorluk olup kaç kıtaya yayıldığımızdan söz ediyoruz. Peki şu anda aynı coğrafyaya dair bilgimiz bilincimiz ne düzeyde? Nerede kaldı yolculuk etme dürtümüz, o başka kıtaları görme tanıma arzumuz?
Duyarlılık ki en temel ve en insani ve en dönüştürücü itki, duyarlılık ki bencillikten kurtarabilir, empati yeteneğini artırabilir insanın, yoksa duyarlılıklarını meraklarını yitirmiş bir toplum mu oluyoruz? Sadece kim kiminle nerede yakalandı-vari magazin haberlerine mi saklıyoruz merakımızı? Bunların dışında, dünyaya ve dünya vatandaşı olmaya, insanı bir kitap addedip merakla okumaya, başka kültürleri keşfetmeye ve bilhassa kendi tarihimizi keşfetmeye yönelik meraklarımız var mı? Kaldı mı?
18.03.2007