Türkiye, edebiyatçılara ve edebiyata tanıdığı roller bakımından enteresan bir ülke, malum-u ilan bu. Avrupa-merkezci Batılı aydınların ve gazetecilerin anlamakta, anlamlandırmakta zaman zaman bir hayli zorlandıklarına tanık olduğumuz bir memleket. Ama edebiyat ve siyaset, geçmiş bilinci-gelecek tahayyülü ve modernleşme-gelenek gibi ikilemli meseleler söz konusu olduğunda, bizimki kadar çarpıcı bir ülke daha var: Japonya.
1925 doğumlu Yukio Mishima bizde pek bilinmiyor; ama Japonya’nın en tartışılan yazarlarından biri olageldi. Bilhassa “geçmişin nasıl değerlendirilmesi” gerektiği sorusuna verdiği yanıtlar, edebiyatı kendi siyasi fikirlerini anons etmek için kullanması ve “bilinç-vicdan-özeleştiri”de yaptığı tercihler bakımından üzerinde düşünülmesi gereken bir isim. Mishima, Japon tarihi boyunca toplum yapısı değişirken, bu değişimlere öncülük edenlerin ve direnenlerin hikayelerini kaleme aldı. Makro tarih ile mikro hikayeleri sentezledi. Bugün Japonya’da seveni de çok, sevmeyeni de. Pek çok insan onu “aşırı milliyetçi” buluyor. Hatta pek çok tarafsız gözlemci Japon gençliğinin onu bir “utanç kaynağı” olarak gördüğünü yazdı. Peki nedir Mishima’yı bu kadar tartışılır kılan?
Yukio Mishima, 2. Dünya Savaşı sonrasında Japonya’nın içinde düştüğü durumu sindirememesi ve uluslararası güçler tarafından ülkeye giydirilen “pasifist” gömleğini reddetmesiyle ünlü. Bu tavrı, derin Batı karşıtlığıyla paralel akıyor yıllarca. Böylelikle neredeyse Batı karşıtı, alabildiğine nostaljik, son derece erkek egemen, Japonya’nın yeniden imparatorluk olmasını arzu edercesine yazan, iktidarı seven, gelenekleri fetişleştiren bir yola girdi hızla. Bu sebeplerden ötürü ya çok sevildi ya da tam tersine nefret edildi. Bir yandan yazarın aşırı sağ görüşleri, siyaseti var. Edebiyat ile siyaseti sürekli harmanlamakta. Kültürel tarihe, siyasi tarihe olan ilgisi derin ama ideolojik seçimlerinden ötürü sadece görmek istediklerini görüyor tarihte.
Bir yandan da son derece verimli bir edebiyatçı var karşımızda. Mishima 3 kez Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterildi. Oyunları ve romanları onlarca dile çevrildi ve tüm dünyada büyük ilgi gördü. Bir o kadar megaloman, nefs düşkünü biridir Mishima. En önemli yapıtını yazdıktan sonra öleceğini anlatan, bunu dost sohbetlerinde ortaya atmaktan geri durmayan bir adam. 25 Kasım 1970’te, yayıncısına son kitabının son bölümlerini gönderdi. Bir zarfın içine koyup postaladı romanının son rötuşlarını. Türkçede Bereket Denizi dörtlemesi başlıklarıyla yayımlanan romanlar setini bu şekilde tamamladıktan sonra odasına çekildi, seppeku yöntemiyle intihar etti. Yani kılıç ritüeliyle. Tıpkı bir samurai gibi. Mishima, Japonya’nın geleneklerine hayranlık besleyen bir yazardı. Buna samurai kültürü de dahil. Ne var ki her ne kadar bu “erkeklik destanlarını” sevmişse de, kendisi bu tiplemelere uymaktan hayli uzaktı. Ne bedenen ne ruhen uymaktaydı özendiği bu geleneğe. Yazdıklarıyla hayatı arasında kapanmaz boşluklar oldu hep. Hastalıklı, çelimsiz bir adam, tavsamış bir ev hayatı, şaibeli bir evlilik... Ama en çok da sonunu önemsedi Mishima. Hayatından çok ölümünü. Bir kahraman gibi ölmek, genç kuşakların hafızalarında öyle yer edinmek, kahramanlaştırılmak istedi. Bu yüzden, bir “yazar gibi” değil bir samurai gibi ölmeyi seçti.
İşin ironik kısmı şu: Bugün Mishima’yı en çok okuyan ve tartışan, onun entelektüel ve sanatsal birikimini en iyi değerlendiren ve sahiplenen, onun hakkında en kıymetli, en derin incelemeleri yapıp biyografileri yazanlar kimler biliyor musunuz? Onun sevmemek, itmek için o kadar uğraştığı, uğraşıp da başaramadığı Batı dünyası ve Batılı aydınlar, Batılı okurlar. Zira bugünün dünyasında artık su geçirmez kaplar gibi ayrışmıyor uluslar. Mishima’nın görmek istemediği hakikat hayatına damgasını vurdu: Ulus-devletlerin sınırları eskisi gibi kalın kalemlerle çizilmiyor artık, dünyaya entegre olmaya çalışıyor, alışıyor en katı toplumlar bile. Ve edebiyat, ister yanında ister karşısında olsun, globalleşmeden nasibini alıyor.
25.03.2007