Griler, kahverengiler, siyahlar ve illa ki laciverd... İlkokul önlüklerimiz, lise üniformalarımız, binalarımız, kalabalıklarımız, hatta genç kızlarımız... Hep aynı renkler, hep aynı tonlar...
Eşarplarımız, pardesülerimiz, çantalarımız, politikacılarımız, devlet dairelerimiz, hallerimiz, hatta tebessümlerimiz... Hep aynı, hep aynı... Genç kızların kahverengi ya da gri giyindiği, ilkokul binalarının camlarının griyle boyanarak kapatıldığı bir memleket renklerle, renkleriyle barışık değil demektir.
Milletçe sözleşmiş gibi hep aynı renklere bürünürüz. İdeolojik olarak çok farklı yerlerde duran insanlar bile iş renklere gelince pek bir benzeşirler tercihlerinde. Sosyal demokrat bir öğretmen ya da muhafazakar bir bürokrat, solcu bir öğrenci veya İslamcı bir şair... nihilistleri de idealistleri de pragmatistleri de aynı tonlarda... hep aynı renkler hep aynı tonlar... Kimisi "ağır" kimisi "ciddi", kimisi "mütevazı" kimisi "ahlaklı" görünebilmek için... Sanki çıkarsak bu kültürel renk skalasından "hafifleşmek"ten korkuyoruz. Bilhassa kadınlar... Kamusal alanda var olabilmek için kadınlıklarını, bedenlerini, cinsiyetlerini perdeleyebilmek için hep koyu hep mat renklere bürünen kadınlar... Çoğu zaman düşünmeden, alışkanlık icabı, öylesine işlemiş içimize hangi renkleri giymenin daha doğru hangilerini giymenin yakışıksız kaçacağı... Somut yasaklar değil, soyut öğretiler ve kültür renklerimizi sansürleyen.
Türkiye de kalabalık bir caddede yürümek ağırlıklı olarak kahverengi ve laciverd bir deryada yürümek demektir. Mevsimlerden bahar, aylardan nisan olsa bile. Şehirlerimizde renkli tek yer var: çocuk parkları. Onlar da sıkışmışlar apartman aralarına; daracık, ufacık körpecik kalıvermişler. Büyümek demek renklere küsmek demekmiş gibi, çıkartıvermişiz hayatımızdan kırmızıları, sarıları, turuncuları.
Hindistan a, Japonya ya, Fas a, Meksika ya, Güney Afrika ya gidip, oradaki renklere âşık olarak dönen çok insan tanıyorum. Bu yabancı ülke seyahatlerinde çektikleri fotoğraflarda hep bir renk açlığının, renk sarhoşluğunun izleri var. Çingene pembesi bir kapı, turkuazlara bürünmüş bir yaşlı kadın ya da mor-yaldızlı süslerle bezenmiş merdivenler bulunca dayanamayıp hemen kare kare fotoğrafını çekmemizin bir sebebi de renklere bu kadar hasret olmamız değil mi? Türkiye den grup grup "renk turları" düzenlenmeli dünyanın başka memleketlerine. Belki o zaman daha iyi anlayabiliriz, kendisine canlı capcanlı renkleri yasaklamayan kültürler de var bu dünyada.
Renkleri azaltmak ya da sansürlemek, yaşam zevkini, yaşamı zevkli kılan yanları da azaltmak, sansürlemek demek. Tektipleşmek, aynılaşmak, farklılıklardan korkar olmak, yaratıcılıktan korkar olmak, bireysellikten korkar olmak demek. Ne zaman, nasıl yitirdik renkleri böylesine? Osmanlı dan kalma minyatürlere bakıyorum, müthiş bir renk cümbüşü. Turuncular, sarılar, pembeler, eflatunlar... Görüntüdeki çeşitlilik kelimelere de yansımış, Osmanlıca onlarca, tonlarca kelime bulabilirsiniz ara tonları tanımlamak için. Nilfam, zerdfam, zeytuni ya da şarabi... Zaman içinde çoğu unutulmuş, dilden ayıklanmış kelimeler... Renklerle beraber kelimeler de gitmiş. Geriye kalan kahverengiler, griler, laciverdler...
Canlı renkleri, hele hele pembeyi sevmeyen bir toplum bizimki. Kızlarına Pembe ismini koyan nadir memleketlerden biri olsa da...
03 Nisan 2007