Güzeldir çocuklar, güzeldir hem de nasıl, ama gaddardırlar kimi zaman. İktidar ilişkilerinden arınmış değildir çocukluk. Kıskançlıklardan, bencilliklerden, egodan uzak değildir sandığımız ya da sanmak istediğimiz kadar. Çocukların kendi yaşıtlarına yönelik acımasızlıkları, haksızlıkları, nice edebiyat ve sinema eserine konu olmuştur şimdiye kadar. İzleri kalır bunların, seneler seneler boyu…
Hepimizin bir Ömer Seyfettinvari Kaşağı hikayesi vardır belki de. Çocukken haksızlık ettiğimiz bir başka çocuk, belki kardeş ya da arkadaş. İncittiklerimiz, isteyerek ya da istemeden. Büyüyünce tabii ayrılır yollar. Hiçbir zaman çocukken canını yaktığımız o diğer çocuklardan özür dileme fırsatını vermez bize hayat. Oysa bir kırılma noktasıdır küçükken yaptığımız haksızlıklar. Ne melek ne cici bici ne kağıt bebek, tam tersine, zaafları ve hırsları olan bir Adem oğlu Havva kızı olduğumuzu anladığımız an.
Benim için o kırılma noktası Madrid’de yaşandı. On iki yaşındayım. Gittiğim okulda her milletten her dinden çocuk var. Fransızlar, İngilizler, Hollandalılar çoğunlukta. Tek Türk benim. Türklere karşı önyargılı herkes. “Turkey-turkey” (hindi-hindi) diye dalga geçiyorlar arkamdan. Papaya suikast düzenledi diye bir Türk, bütün sınıf bir olmuş bana çatıyor. Ortada adeta bir milletler hiyerarşisi var. Hollandalı ya da Fransız olmak popüler, Türk ya da Arap olmak dalga konusu. Böyle acımasız bir ortamda ben de dönüp “milletler hiyerarşisi”nde benden daha aşağıda bulunan birini hedef yapıyorum kendime. Adı Kiran. Hindistanlı dal gibi sessiz sedasız bir kızcağız. Ben de onunla alay ediyorum. “Ne sıskasın Kiran, okula inek getirelim Kiran’ın önüne koyalım da kıpırdayamasın saygısından…” Ben Türk olduğum için horlandıkça, ben de Hintli Kiran’ı eziyorum usul usul…
Sonra unutuyorum tüm bunları. İncinmişliklerimi, incitmişliklerimi. Ama hiç beklenmedik anlarda, alakasız ayrıntılarda zuhur eder çocukluk. Bir de bakmışsın hortlamış, dikilivermiş karşına. Kalakalırsın, donakalırsın, hazırlıksız yakalanırsın kendi hafızana. “Hani bitmiştin, hani geçip gitmiştin, seni gidi geçmiş, niye geçip gitmedin ki, uğursuz çağrışım, korkulu rüya, hafızada çentik, kalp ağrısı, hadi kış! Kış!” Yeterince kışlarsan çeker gider çocukluk, bir zaman sonra geri gelmek, gelip de gene kışlanmak üzere. Ne de olsa geçmiş hep bugünün içinde, çocukluğumuz geleceğimizin önünde. Masalların döngüsel zamanında hikmet var. Doğrudur, mümkündür, babanın beşiğini sallayabilirsin tıngır mıngır. İlla da dümdüz ilerlemek zorunda değil yaşam. Nice kız çocuğu kendi annesine annelik etmiyor mu zamanla? Son tahlilde Bektaşi’nin dediği gibi bir şeydir zaman. Çemberdir, çizgi değil. Kimyadır, muammadır an. Dem bu demdir, dem bu dem...
Severdik tekerlemeleri; tekrara dayalı oldukları halde her seferinde yeni bir şey söylüyormuş izlenimi vermelerine meftunduk içten içe. Bayılırdık ritimlerine, döngülerine... Ama işte Türkiye’de kuşaktan kuşağa akan, aktarılan envai çeşit tekerleme arasında biri var ki ne çocukken ne sonrasında, oldum olası sevemedim, benimseyemedim: “Evli evine köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine...” Ne vakit bu tekerlemeyi söylesek hep bir sıkıntı, hep bir huzursuzluk. Bilhassa son dizede, bir şey dizilir boğazıma. Sanki kötü bir şey söylüyorum olmayan birine.
Zamanla unutur gidersin, ehemmiyetsiz, anlamsız nice ayrıntılar arasında yerini alır bu da. Nice seneler sonra, bir akşam vakti İstanbul’da, Kazancı Yokuşu’nda, oturmuşsun masa başında, sen roman yazma sancısında, Kazancı Yokuşu gene o bildik hengamesi içinde debelenirken, arabalar, kornalar, seyyar satıcılar, akşamdan kalanlar bir muamma, bir kaos, bir gayya kuyusu içinde yankılanırken, birden, durup dururken, pencereden sızan çocuk sesleri, tanımadığın kız çocukları, avazları çıktığı kadar bağırarak tekerleme söyleyen: “evi olmayan sıçan deliğine...” İrkilirsin. İrkilirsin çünkü bilirsin ki en masum tekerlemede bile bir sözel şiddet var, çocuklukta bile bir iktidar kavgası. Tüm bunları kendinden bilirsin.
15.04.2007