Bu hafta Amerika’da en korkunç okul katliamlarından biri yaşandı. Kore asıllı Amerikalı bir öğrencinin sınıflara dalarak 32 kişiyi öldürdükten sonra kendini vurmasıyla gelişen hadise, geride kolay kolay dinmeyecek tartışmalar bıraktı.
Olayın ardından Amerikan basını katilin portresini çizme yarışına girdi. Asosyal, içine kapanık, kimselerle konuşmayan, kadınlarla iletişim kuramayan, derslerde duvar gibi suskun ya da ulaşılmaz, hatta bir seferinde yazılı kâğıdına ismini yazmak yerine sadece soru işareti koyduğu için o gün bugündür Soru-İşareti-Bey diye anılan, zaman zaman dalga geçilen, sürekli yabancı ve yabansı kalan, sınıftaki diğer öğrencilerce horlanan biri.... Katil Cho’nun bir başka özelliği daha var. Tüm edebiyatçıları yakından ilgilendiren bir özelliği. Cho, yazıya düşkün ve belki de yazar olmayı düşleyen biri.
Yaratıcı Yazın derslerinde yazdığı hikâyeler o kadar karanlık, kasvetli ve şiddet içerikli ki bir hoca onu dersinden atıyor, bir başkası da terapi görmesi için baskı yapıyor. Diğer öğrenciler rahatsız oluyorlar Cho’nun hayal gücünden, yazdıklarından. Diğerlerinin zorlamasıyla terapiste de gidiyor Cho, fazla yararını görmeden. Şimdi yaşanan bu katliamdan sonra Amerikan toplumu “delilik ve yaratıcı yazın ve şiddet” üçlemesini tartışmaya başladı. Yazdıklarımız kişiliğimizin aynası mıdır? Yazı ile hakikat ne kadar örtüşür? Ya peki insan, gerçek hayatında sakin mülayim, son derece iyi kalpli biri olup da eline kâğıt kalem aldığında deli deli hikâyeler üretiyorsa? Olamaz mı? Böyle nice yazar nice şair var. Keza kişiliği son derece kadifeden, yumuş yumuş olup da hikâyeleri alabildiğine karanlık ve hırçın olan o kadar çok yazar var ki mesela... Ya da tam tersine, hikâyeleri sakin ve duru ama kişiliği gaddar olanlar.... Yazısı “deli” olan gerçek hayatta da “deli” olacak diye bir kaide yok. Hatta çoğu kez yazılarımız hayatlarımızdan daha deli, daha cüretkâr değil mi?
Yazının hakikati ile hayatın hakikatini birbirinden ayırmamakta ısrar ettiğim için bu tartışma beni ve muhtemelen edebiyatla iştigal eden nicelerini yakından ilgilendiriyor. Yazının deliliği “patolojik” bir vaka olarak ele alınabilir mi? Amerika’yı sarsan katliamdan sonra yaratıcı yazın hocalarının kendilerini sorumlu hissetmeleri normal; ama bundan ötesi başka bir tehlike ve hatta sansürcülük içeriyor. Yaratıcı yazın derslerinde öğretmenler suç unsuru arayarak mı okuyacaklar şimdi öğrencilerin hikâyelerini? Diyelim bir cinayeti anlatan bir hikâye yazdı öğrenci ya da karanlık, gotik bir hikâye kaleme aldı, “tehlikeli” mi addedilecek şimdi ya da topluma zararlı? “Böyle yaklaşırsak edebiyata, sanatın gerektirdiği özerkliği yok etmiş oluruz. Sanatı öldürmüş oluruz. O zaman ne Hamlet yazılabilirdi, ne Dostoyevski, ne Kurt Vonnegut, ne de bugün saygıyla okuduğumuz diğer klasik eserler,” diye itiraz ediyor Amerika’daki edebiyat uzmanları.
Edebiyat söz konusu olduğunda şunu unutmamalı ki, yazılanlar yazarların kişiliklerinin birebir yansıması değildir. Yazı ile yazar aynı şey değildir zira. Amerikan toplumu Virginia Üniversitesi’nde yaşananlardan sonra şimdi bu temel olguyu yeniden hatırlama gereği duyuyor.
(Ben bu yazıyı tasarlarken Malatya vahşeti yaşanmamıştı henüz. Tüm dünya basını ABD’de Virginia Tech Üniversitesi’nde gerçekleştirilen katliama odaklanmıştı. Sonra altyazılar geçmeye başladı uluslararası televizyon kanallarından: Türkiye’de Hıristiyanların başları kesiliyor! flaş haberiyle. Bunun utancı, trajedisi ve yası uzun süre silinmeyecek bu memleketin üzerinden.)
22.04.2007