Bir akşam vakti çıktı geldi Dost hayatıma. Ne kadar önceydi, kaç mevsim geçti üzerinden, zerre kadar önemi yok. Gelmesi gereken zamanda geldi. Bir akşam vaktiydi. Akşam dediysem lafın gelişi biraz da, yoksa ne ılık bir günbatımı sözünü ettiğim, ne geceye evrilen bir alacakaranlık. Zifiri, kararmış içim.
Vurmuşum dibe. Dip soğuk, dip sağır, dip yalnız, dip bir girdap çektikçe içine alan. Ne zaman nasıl bu kadar hızlı indim acaba oraya, bilmiyorum, bilmeyi istemiyorum. Çıkmak gelmiyor içimden. Devinmek, debelenmek, uğraşmak, hatta konuşmak bile... Dondurmak istiyorum içimi, donayım ki hissetmeyeyim ne acı ne sevinç. Ama donduramamışım besbelli ki sürekli bir sızı içimde. Bir labirent “depresyon” dedikleri, çıkış yollarını bilsen dahi bulmak istemediğin. Gelirken kaybolmayayım diye yol boyu serpiştirdiğim bütün ekmek kırıntılarını evham kuşları yemiş kıtır kıtır, labirentin içinde kaybolmuşum bir başıma. Kelimelere bile kalmamış tutkum ya da ilgim. Ya da ben öyle sanmak istiyorum. Ömrü hayatımda ilk defa yazıdan soğuyorum. Bir kozanın içindeyim ki çıkmak istemiyorum. Ve işte o dönemde, yani etrafıma umutsuzluktan perdeler çekip üzerime endişeden battaniyeler örttüğüm, kaybolduğum, kahır olduğum, görünmez olmak istediğim, alabildiğine asosyalleştiğim, en sevdiğim arkadaşlarımı bile görmeye tahammül edemediğim, münzevileştiğim, beynimin mağarasına çekildiğim o günlerde, gönlümün kapısında bir tıkırtı duydum. Israrsız ama varlığını belli eden bir tıkırtı, açmamak ne mümkün kapıyı ona. Bir de bakıyorum ki karşımda. Dost. O gelmiş.
Dost’un gözleri iki hudutsuz deniz, dalga dalga aşkla bakıyor cümle aleme. Karıncaya da öyle yaklaşıyor Sultan Süleyman’a da. İnanamıyorum bunca saf, böyle som bir aşkla bir insanın, tüm bir varoluşu kucaklayabileceğine. İnanamıyorum sadece metinlerde kaldığını sandığım o tasavvufi özün hakikat olabileceğine. Dost bakıyor bana. Ben zırıl zırıl ağlıyorum. O bekliyor. Ben hep ağlıyorum. 40 gün 40 gece durmadan ağlıyorum. Elem ve yeis soluyorum. Elem ve yeis görüyorum. Ne gecem kalıyor, ne gündüzüm; ne dünyevi kalıyor ne uhrevi. Zaman dediğin bir daimi an’dan ibaret sadece. Dem bu dem. Dem bu dem. Dem... Dost hep yanımda duruyor. Bol bol kağıt mendil tedarik ediyor bana. Ne ayıplıyor ne yargılıyor ne nasihat ne ders veriyor. Kayarsam düşmeyeyim, düşersem kırılmayayım diye yanımda duruyor sadece.
Evsiz barksız pejmürde bir haldeyim sanki. Dost yanında sığınak getirmiş bana. Oraya uzatıveriyorum başımı. Ben ne kadar dağılmışsam, nasıl sarsılmışsam da, Dost alabildiğine düzenli, sabırlı, titiz ve dingin. Ben ki panik atak uzmanıyım, pişmeden yemeyi severim bilgi tanelerini, alır alır açlıkla indiririm gövdeye, bilgiyi severim, oysa Dost başka bir epistemolojiden besleniyor, o alim. Onda bilgi pişmiş, sindirilmiş, hamlıktan çıkmış.
Yanında dururken fark ediyorum aramızdaki kontrastları. Suyu çekilmiş bir ağaç gövdesi gibi kuru hissediyorum kendimi. Oysa Dost bitimsiz bir devr-i daim görüyor her yerde, dinmeyen bir diyalektik, “nefretin olduğu yerde unutma aşk da var, şiddet de kötü de aynı resmin parçaları, aslolan safi aşk, ah min-el aşk, her fiilde failin kim olduğunu bilene, gönül gözüyle bakabilene...” diyor sadece. Dost’a bakarken, onu dinlerken kendi kendimle didişmeyi, boşlukla mücadele etmeyi kesiyorum ömrümde ilk defa. Ben ki hep otoriteyle, hiyerarşilerle kavgalı oldum. Adalet ve eşitlik inancıyla, kimseyi kahramanlaştırmamak gerektiği çıkarsamasıyla fersah fersah uzak durdum her türlü hiyerarşik insan ilişkisinden... ama Dost ile aramda hiyerarşi yok ki. “Çemberde hiyerarşi ne mümkün,” diyor bana. Kıymetli bir özmüşüm gibi davranıyor varlığıma. Tebessümüyle onanıyorum. “Sahi bunca çirkef içinde bile umut var mı?” Olmaz olur mu, diyor Dost. “Umut hep var... İnsanlık hep var...”
Dost’un gözlerinin aynasında ışıldıyor kainat.
29.04.2007