Bir zamanlar samimi bir merakla sormuştu anneannem: "Evladım, senin hiç huyu suyu normal arkadaşın yok mudur?" Kadıncağız demek ki bakmış, bütün dostlarım ya deli dolu, uçuk kaçık, çılgın ya da asosyal mi asosyal, içine kapanık, kafayı kitaplarla bozmuş.
Bugünlerde bir başka arkadaşım, doğacak kız çocuğuna İspanyolca "boşluk, hiçlik, nafilelik" anlamına gelen NADA yı koymayı düşündüğünü söyleyince anneannemin lafı geldi aklıma.
Bektaşi yıllar sonra çocukluk arkadaşıyla karşılaşır yolda. Arkadaşı hayli yükselmiş, paraya ve üne kavuşmuştur aradan geçen zaman zarfında. Başkalarınca takdir edilmeye can, edindiği payelere demir atanlarda görülegelen EGO şişkinliğinden muzdariptir farkında olmadan. Hep kendinden bahseder. Sündüre sündüre anlatır geçmişteki başarılarını ve gelecekle ilgili parıltılı planlarını. "Peki ya sonra ne olacaksın, ardından ne gelecek?" diye sorar deminden beri ses çıkarmadan dinleyen Bektaşi. Arkadaşı gülümser: "Sonra iki tuğlu paşa olacağım." Beriki sorusunu yineler: "Ya sonra?" Arkadaşı onu şöyle bir süzer: "Sonra üç tuğlu paşa olacağım." Bektaşi, dayanamaz gene sorar: "Sonra?" Arkadaşı bocalar; "sonra mı..., hiiiç," der fazla düşünmeden. "Bak gördün mü" diye atılır Bektaşi, "O kadar uğraşmaya ne gerek var, ben daha şimdiden senin dönüp dolaşıp geleceğin yerdeyim."
Ününün doruğundayken Şems i görüp kendi bütününü onda parçalamayı göze alan Mevlânâ/ boynunda HİÇ yazılı bir yafta ile fotoğrafını çektiren Neyzen Tevfik/ alanlardan değil verenlerden olmayı öğütleyen Hacı Bektaş/ sadece alıntılardan oluşan bir kitap yazarak "yaratıcı büyük yazar" imgesini parçalamayı hedefleyen Walter Benjamin/ en büyük zaferinin hiçlik olacağına inanan Cioran/ dem-bu-demdir-dem-bu-dem diyen dervişan/ ilerlemeci-genelleyici tarihyazınının karşısına göçebebilim ile çıkan Deleuze/ hiçbir evinde, toprağının hiçbir katmanında savaşçı-fetihçi bir kültürün izlerine rastlanmayan Çatalhöyük...
Bir türlü yüksek sesle ifade etmediğim, roman dışında yazıya dökmediğim, anlaşılmayacağını düşündüğüm için açık etmediğim kıyısız, dipsiz, tesellisiz bir deniz. Diyebilmek için en nihayetinde: "Sen kendini küçük zannedersin. Halbuki en büyük âlem sende toplanmıştır. Ebru bunu fısıldar bize. Bir tek nokta, en ince fırçanın ucuyla suya bırakılan minnacık bir nokta olur sana umman u derya. Kâtreyiz âlemde, lâkin unutma ki tek bir nokta tekmil sırlarını içinde barındırır kâinatın."
Türkiye de eleştirel-politik bir bakış açısına sahip olup da, içinde yaşadıkları sistem ile samimi bir derdi olanların, tarihlerindeki ve kültürlerindeki batınilikten bu kadar bîhaber olmasından acı duyuyorum. Tasavvuf ile pek ilgili olan kesimlerin de eleştirel damardan bunca uzak durmalarından. Amerika da tek tek gezdiğim her kitapçıda karşıma çıkan The Great Rumi (Büyük Rumi) posterlerinde, takvimlerinde, broşürlerinde Mevlana nın, allanıp pullanıp bir adet Uzakdoğu bilgesi haline getirildiğini ve son tahlilde yeni bir New Age pazarlama nesnesine dönüştürüldüğünü görmeye dayanamıyorum. Kendi memleketimde bu konular üzerine yazıp düşünen insan bu kadar az iken bu durağanlığı kırmaya yönelik her hamlenin, "şimdi de tasavvuf modası çıktı" diye hafife alınmasından şikayet ediyorum. Osmanlıca kelimeleri ayıklayacağız diye bir kültürü kökleriyle birlikte söküp atmaya çalışanlara; yaşımdan ve cinsiyetimden ve dünya görüşümden ötürü bu meselelerde bezim olmaması gerektiğine inananlara tepki duyuyorum. Kendi kültüründeki derin "hiçlik, nafilelik felsefesi" ile uzaktan uzağa hayranlıkla takip ettikleri pek çok Batılı düşünür ve sistem-karşıtı hareket arasındaki kan damarlarını fark edemeyenlere içerliyorum.
Ben bunlara kafa yorarken arkadaşımın karısı aradı telaşla. "Kızımıza Nada adını koyacakmış. Duydun mu? Delirdi herhalde. Hayatta olmaz, ölürüm de izin vermem, dervişlik hiçlik batınilik tasavvuf masavvuf anlamam ben. Her şey bir yere kadar. Kızımızın adı Tuğçe olacak. O kadar!"
Bir kitabi bilgiler var, bir de "hayatın hakikatleri". Bir toplumsal varlık olmanın sorumlulukları, bir de rüyalarımız hayallerimiz yapamadığımız çılgınlıklar...
08 Mayıs 2007