Amerikalı yazar Washington Irving’in, 1819 tarihli Rip Van Winkle adlı meşhur bir hikâyesi vardır.
Kuşaklarboyu silinmeyen, babadan oğula aktarılan bir hikâye... Bu hikâyede karısı hariç herkes tarafından sevilen ve sayılan, son derece kendi halinde ve munis, karısının dırdırından fena halde bunalan bir adamcağız yaşar. Günlerden bir gün kırda bir yürüyüşe çıkar Rip Van Winkle ve bir ağacın altında uyuyakalır. Uyandığında aradan 20 sene geçmiştir.
Köyüne geri döner ve her şeyi farklı bulur. Günün politikasını bilmediği, değişikliklerden bîhaber olduğu için pot üstüne pot kırar. Eski tanıdıklarını arar gözleri; ama nafile. Karısı vefat etmiş, devran değişmiş, en yakın dostları ya yaşlanmış ya göçüp gitmiştir. Bir türlü ayak uyduramaz yeni düzene. Bir türlü inandıramaz kimsecikleri Rip Van Winkle olduğuna ve yirmi senedir bir ağacın altında deliksiz uyuduğuna...
Bugünlerde bir “Rip Van Winkle sendromu” var nicelerimizin üzerinde. Gazetelerde, köşe yazılarında, panellerde, televizyon oturumlarında dikkat çekiyor. Adeta içten içe kavgalıyız zamanla. İstiyoruz ki zaman hızlansın. Bir an evvel temmuz olsun. Bir kıvrılıp uyusak sakin gölge bir ağacın altında, mışıl mışıl deliksiz, tasasız bir uyku çeksek hep beraber. 23 Temmuz sabahı uyansak, bir de baksak ki seçimler olmuş. Gerginlik bitmiş. Kutuplaşmalar, hamaset, husumet sona ermiş...
Seçimlere kadar her an yüreğimiz ağzımızda acaba bugün ne olacak diye bekler olduk milletçe. Gerginlik, endişe, evham... Bir barışsak keşke 2007’de kendi içsel farklılıklarımızla ve kozmopolitlikle. Bastırmaya kalkmasak her farklı olanı. Cadı avına çıkar gibi avlamaya kalkmasak farklı olanları. Daha az korksak iç ve dış mihraklardan. Daha az korku politikası üretsek. Anlasak ki korku politikaları uzun vadede sadece zenofobiyi (yabancı düşmanlığı) ve aşırı uçları körükler. Anlasak ki insan bilmediğinden korkar, korktuğunu öteler, ötelediğini ötekileştirir. Ne Avrupa Birliği süreci ne bölgesel barış, ne içerideki türban tartışmaları ne ordu-siyasetçi arasındaki güç dengeleri... hiçbir şey “zihinsel devrim” kadar başat değil.
Zor iş Türkiye’de yaşamak. Zor iş kaostan kozmos, karmaşadan anlam çıkarmaya çalışmak. Milletçe yorgunuz. Kendi kendimizi yormakta, ötelemekte, germekte, zedelemekte ve incitmekte yoktur üstümüze. Belirsizlikleri kanıksamışız. Anormallikleri normalleştirmişiz. Birbirimize güvenmiyoruz. Adalar, cemaatler, topluluklar, klikler halinde bölünüyoruz. Herkes kızgın, herkes öfkeli... Bu toplumun iyiliğini ve demokrasinin devamını istemenin hepimizin yararına olacağı, ortak bir kamusal alan, ortak bir kader paylaştığımız gerçeğini görmezden geliyoruz. Bir günden bir güne ne olacağımız belli değil duygusuyla yaşıyoruz hep beraber. Akşamları yemek davetlerinde “seçimlerden sonra darbe olur mu?” diye tahminlerde bulunuyor. Güne daha demokrat ve iyimser başlayıp, gün içinde gene kutuplaşıp ayrışıyoruz. Şu anda bize en çok zarar verecek olan şey bileylenmiş söylemler, üst perdeden atıp tutmalar, birbirini ötekileştirmek ve dışlamaktır.
Ah bir kuytu, sakin ağaç altı olsa. Kıvrılsak uyusak orada bütün entelijensiya. Uyansak, bir de baksak seçimler bitmiş, demokrasiye zeval gelmemiş. Meğer hepsi bir rüya imiş...
27.05.2007