Kitaplarla tanışmam, kitabın dünyasına müptela olmam çocukluğumdan kalma bana. Kardeşsiz, arkadaşsız, eve kapalı, kah anneanneme emanet, kah annemle yurtdışında, daima içe kapalı, daima sıkılgan bir çocukluk boyunca hayatımdaki en güzel, en renkli şeydi kitaplar, bilhassa resimli romanlar.
Hiç unutmuyorum. Ankara’dayım. On iki yaşımın Ankara’sı. Bir öğle sonrası, hava sıcak, durgun. Sokaktan gelen tek tük sesleri saymazsak alışılmadık bir sessizlik var ortada, sinek vızıltılarıyla bölünen bir durgunluk ara ara. Bir odaya kapanmışım, elimde bir kitap, kim bilir kaç saattir bu haldeyim, keyifle okuyorum, kaybolmuşum okumanın mahremiyetinde. Okuyorum ve okumaktan zevk aldığımı duyumsuyorum. Ne dışarı çıkmak istiyorum, ne kimseyle konuşmak, ne yemek yemek. Varsa yoksa şu kitabı bitirmek istiyorum. Merak ediyorum, ne olacak romanın kahramanlarına.
Birden pıt pıt kırmızı damlalar yağıyor yukarıdan. Önümde açık duran sayfada büyüyen kırmızı halkalara bakakalıyorum bir müddet. Sonra panikle anneannemin yanına koşuyorum. “Burnun kanıyor gördün mü,” diyor anneannem. “Çok okumaktan oldu!”
Korkuyorum, sahiden çok okuyunca kanar mı insanın burnu? Sahiden okumak tehlikeli olabilir mi? Anneannem bir mendil dayıyor burnuma, kıpırdamamamı tembihliyor. O odadan çıkar çıkmaz açıyorum kitabımı. Dayanamıyorum, elimde mendil bastıra bastıra burnuma, devam ediyorum okumaya.
O öğleden sonra burnumu kanattığı halde okumaktan vazgeçemediğim, elimden bırakamadığım kitap Gülten Dayıoğlu’nun Fadiş adlı eseriydi. Çocukluğumun kıymetli yol arkadaşları arasındadır Gülten Dayıoğlu’nun eserleri. Fadiş elimde bir yandan ağlıyorum, bir yandan okuyorum. Ardından Suna’nın Serçeleri ve Ben Büyüyünce. Ve daha niceleri. Defalarca okuduğum, hem roman hem çizgi roman şeklinde satın aldığım, tek tek her karesini ayrı ayrı boyadığım, sevdiğim, hayal ettiğim bir başka yapıt, İki Şehrin Hikayesi. Charles Dickens’ın 1859 senesinde yazdığı, oradan 1970’lerin Ankara’sına ulaşan kitap. Enid Blyton’un Afacan Beşler serisi. Ve favorim: Gizli Yediler. Öyle bariz bir tezat vardı ki benim gündelik hayatımla onların kalabalık, heyecanlı, patırtılı maceraları arasında. Belki de Öteki’m olduğu için severdim onları bu kadar... Jules Verne’den Seksen Günde Devrialem, Alexander Duma’dan Üç Silahşörler ve çok sevdiğim, hep sevdiğim Gulliver’in Seyahatleri... Ben çocukluğumdan beri yolculuk kitaplarını sevmişim demek...
Derken hayatım boyunca okumaktan keyif aldığım bir başka yazarı keşfediyorum: Hüseyin Rahmi Gürpınar. İlk okuduğum eseri Gulyabani. Kapakta korkutucu bir ihtiyar resmi, elinde asası. Silinmiyor hafızamdan o resim. Sonra Kemal Sunal’lı bir Türk filmi olarak görüyorum Gulyabani’yi. Sinema edebiyat paslaşması hoşuma gidiyor. Tekrar okuyorum romanı. Alışkanlık oluyor bu bende. Bugün bile ne zaman keyifsiz olsam Hüseyin Rahmi’den bir şeyler okurum.
Ve tüm çocukluğum boyunca bana eşlik eden bir başka kaynak: Hayat Mecmuaları. Daha ben doğmadan basılan ve bilhassa genç kızlar tarafından çok sevilen bu dergileri annem vaktiyle ciltletmiş, dizmiş kütüphaneye. Şimdi de ben okumaya doyamıyorum. O kapaklardaki kadınların saçları, kılıkları halleri, sırları, İstanbul’dan, 1960’ların Türkiye’sinden haberler, spor sanat cemiyet fotoğrafları, dünyadan hikayeler, resimli romanlar, bilmeceler, yemek tarifleri, ev hanımlarına tüyolar... Neler neler yoktu ki Hayat Mecmuaları’nda! Onlarla beraber büyüklerin dünyasına gizlice giriş yapmanın heyecanını duyuyordum. Arka kapıdan buyur ediliyordum erişkinlerin hayatlarına.
Okumak gibi yazmak da tek başına ve içe dönük bir eylemdi benim için. Yazmak bir firarperestlikti özünde ama artık dışarıya değil, içeriye kaçıyordum. Kendime... Hayatımda süreklilik kazanan tek şey yazıydı. Mekânlar, kültürler, insanlar, ömürler peyderpey değiştikçe ve değişse de, yazı benimleydi. Günlükler defterlere, defterler dosyalara, dosyalar kitaplara dönüştü zamanla. Çocukluğumdan beri sevdim yazmayı ve okumayı; kendimden bir parça bildim.
Kitap Zamanı, Sayı 16, Mayıs 2007