Türkçede kimi kelimeler vardır, başka dillere çeviremezsiniz. Yitiriverirler tılsımlarını, ağırlıklarını.
Fırından vaktinden evvel yanlışlıkla çıkarılan sufle kâseleri gibi sönüverirler, çöküverirler puf diye. Türkçede öyle kelimeler vardır ki katiyyen çeviriye gelmezler. “Gurbet” onlardan biri.
Bilinen hikâyedir. Fransa’ya ilk atanan Osmanlı elçisini kral ve kraliçe ilgiyle karşılar. Ardından uzun bir şehir tanıtım turuna çıkartılır kendisi. Saraylar, malikâneler, bahçeler, sergi salonları, müzayede salonları... tek tek gezdirilir. Dönemin en şatafatlı parkları, makineleri, mobilyaları, sefahat sefahat sefahat... Günün sonunda elçiye gördüklerinden etkilenip etkilenmediği sorulur. Kısa bir “evet” ile geçiştirir. “Peki ama”, diye sorarlar bu sefer, “Gördükleriniz içinde sizi en çok etkileyen şey ne oldu?” O zaman durur ve “Kendimi burada görmek.” diye cevap verir elçi.
“Kendini orada görmek ve gözlemlemek” gurbette olmanın değişmez yan etkisidir. Gurbette insan bir 3. göz edinir. Kendini izler daima. Yeni ortamlarda yeni insanlarla konuşurken, bir yanın dışarıda kalır, oradan bakar yeni haline. Bir yabancılaşma, kapanmayan bir mesafe. Ortamla ya da başkalarıyla kendin aranda değil. Bizzat kendin ile kendin aranda.
Gurbette şeylerin önemi, sıralaması değişir. Küçük şeyler önem kazanır, eskiden mühim addedilen meseleler önemsizleşir. Buradayken asla Bülent Ersoy ya da Orhan Gencebay dinlemeyen; ama gurbette yaşamaya başlayınca, arabalarının, evlerinin teyplerinde bu şarkıcıların albümlerini dinleyip efkârlanan insanlar tanıyorum. Gurbette olmayagör, karşına çıkan memleketlini sevgiyle kucaklarsın. Farklılıklar önemsizleşir. Ortak hasret, ortak burukluk, ortak azınlık olma hali, Türkiye’de belki de kolay kolay aynı masada oturmayacak insanları, gurbette buluşturur, hatta arkadaş yapar.
Gurbette her türlü uluslararası etkinlik ve yarışma yeni bir önem kazanır. Gene bir Erovizyon Şarkı Yarışması’nı sonlarda noktaladığımızda ben İspanya’da, Madrid’de çocuktum daha. Takip eden bir hafta boyunca okuldaki tek Türk öğrenci olarak şıngır şıngır tefe konduğum, sepet sepet öğrencisinden mizah duygusu gelişmemiş bazı öğretmenlere kadar niceleri tarafından “Opera, Opera, gel buraya!” diye çağrıldığım için, o vakayı da, yarışma gecesi üç ayrı dilden; ama sanki her seferinde yeni bir sey söylüyormuş gibi büyük bir heyecanla ballandıra ballandıra, “Ve Türkiye sıfır puan!” buyuran tebessümü sabit, sesi mekanik ablak suratlı sunucuyu da unutmam. O malûm ve meşûm gece, İspanya da sıfır puan ile noktalamıştı yarışmayı. Ve İspanyol televizyonunun spikeri şöyle demişti ne yazık ki: “Yanarım yanarım da sıfır puana değil, Türkiye ile aynı seviyeye indiğimize yanarım.”
Çocukluğu yurtdışında geçen, her sene her Erovizyon Şarkı Yarışması sonrası bir hafta okula gitmeyen, bir sabah Papa’ya suikast düzenlendiği ve suikastçının da Türk olduğu televizyon ekranlarından açıklandığında hepten okula gitmekten vazgeçip gemilerde miço olmaya karar veren her Türk evladı gibi ben de gayet iyi biliyorum ki yurtdışında Türk olmak zor. Gurbette en ufak “kültürel ya da sanatsal hadise” bile ulusal bir meseleye dönüp acıtıveriyor insanın canını. Biliyorum ki her kimliğin bir Öteki’si var ve Öteki’lerin de kendi içinde bir hiyerarşisi...
Yurtdışında edebiyat festivalleri esnasında gazetecilerin sorularını yanıtlarken kendi kendime bir şeyi fark ettim bu hafta. Elimde değil. Yurtdışındaki organizasyonlarda Batılı gazetecilerin Türkiye’ye karşı önyargılı ve sabit fikirli olduklarını anladığım an savunmaya geçiyor, tek tek onların önyargılarını sorgulamaya sarsmaya başlıyorum. Adeta Türkiye’deyken daha eleştirel, yurtdışında daha “muhafazakâr” oluyorum. Bana özgü bir savunma refleksi değil bence bu. Ben buna “gurbet hassasiyeti” diyorum. Ömrü yurtdışında geçenler bilir…
10.06.2007