Sahne şöyle: İki kadın İstanbul’un en işlek caddelerinden birinin kenarına süs diye konulan fıskiyelerden birinin karşısında oturmuş, konuşmadan kıpırdamadan öylece bakmakta.
Yoldan gelen geçenler de onlara bakıyor ne yapıyor bu iki deli diye.
Ama bu seyirlik halin bir sebebi var....
Her şey koşturmaktan, oraya buraya yetişmeye çalışmaktan, du-ra-ma-ma illetinden şikâyet etmemle başlıyor yakın bir arkadaşıma.
Diyorum ki: Bak mesela, Ankara’da merkezî bir bölgede küçücük bir yaya yolu var. Belediye oraya miniminnacık mütevazı bir fıskiye koydu yakın zamanda. Şimdi gün geçmiyor ki, meydanın yanından yöresinden koşuşturan insanların arasında birileri, beş on on beş kişi toplanmasın fıskiyenin etrafında, birileri ilişmesin bir kenara, durup bakmak için. Bakıp da ne yapıyorlar peki? Hiiiiiç. Bana göre “hiç” belki de. Belki de o hareketsizliğin içinde bir hareket, o durma halinde bir bereket var benim bilmediğim... Suyu seyrediyorlar uzun uzun, doya doya. Sadece bakmak. Bir başka yerde bir kaza. Gene bir kalabalık toplanmış, ortada bakacak bir şey olmadığı halde dizilmiş bakıyorlar. Trafik polisi bir saat sonra mı gelmiş, ne gam, gene de durup bakmaya devam.
Oldum olası bu telaşsızlığa, acelesi olmayan seyircilik haline hem hayret hem gıpta etmişimdir. Nasıl bir duygu oturup bir fıskiyeyi izlemek saatlerce? Nasıl bir ruh hali başkalarının hayatlarına seyircilik etmek üzre kodlamak kendi hayatını?
Şükretmek önemli mefhumdur bizim kültürümüzde. Verilen nimetlere, sağlık ve afiyete şükredebilmek, eldekilerin kıymetini görebilmek kişiyi sadece daha mutlu ve huzurlu kılmaz, kendisi ve çevresi ve dahi kâinatın sistemi ile çok daha uyumlu ve barışık kılar aynı zamanda. Ne var ki, sanatın ve yaratıcılığın gerek duyduğu ana damar bu değildir. Tevekkül ve huzurdan ziyade yetinememekten, daimi arayıştan, hareketten beslenir sanat ve edebiyat. Öfkenin olmadığı yerde sanat olmaz. İsyanın olmadığı yerde sanat palazlanmaz. Her roman bir kavganın dışavurumudur aslında. Yazarken çatır çatır kavgaya tutuşursun kendinle, gördüklerinle, gözlemlediğin adaletsizliklerle, bilhassa faniliğinle, velhasıl bu dünyevi düzenle. Yetinmemelisin ki sana verilen dille, bambaşka bir yazın tekniği ve dili geliştirebilesin. Yetinmemelisin ki etrafını çevreleyen dünyayla, yeni yeni temalara yelken açabilesin. Hakikat ile bir derdin olmalı ki hayal gücünü geliştirebilesin... Şükretmekle beslenmez edebiyat. Ama şükredemedikçe de artar edebiyatçının içindeki sirkeleşmiş birikim. Mutsuz eder insanı bu yetinememe halleri. Bu sebeptendir ki sanatçı kendine rağmen, kendini yok ederek yaratır sanatını. Velhasıl sanatçıyı harekete geçiren yetinmeme hali ile oturup fıskiye seyreden adamın yetinme hali tamamen zıt şeylerdir.
“Madem merak ediyorsun, gel biz de deneyelim.” diyor arkadaşım. Oysa kendisi işkolik, hani şu çalışmadan yapamayanlardan.
Var mısın? Varım.
Cuma sabahı. Bugün ne bir yerlere koşuşturmak, ne tasalanmak, ne hayatla didişmek, ne geç kalıyorum hissiyle cebelleşmek... Bugün zaman akıp giden bir şey değil sanki. Ne de peşinde koşulması gereken bir av hayvanı. Ağır ki ne ağır. Kararlıyız. Bugün oturup yol kenarında bir fıskiyeyi seyredeceğiz. Ne makro meselelere kafa yormak ve kendini bir topluiğne başı kadar küçük görmek onlar karşısında, ne de tam tersine, kendini dünyanın merkezi addetmek.... Ne geçmişe tasalanmak ne geleceği kurgulamak. Bugün bir an için de olsa sadece “anda yaşamayı başarmak” istiyoruz. Bugün şu “an”da varsa yoksa fıskiye!
01.07.2007