Bu bir seçim yazısı değil. Bunca zaman bu konuda yeterince yazıldı, çizildi ve artık sözün bittiği yerdeyiz. Herkes kime oy atacağına çoktan karar verdi.
Bu tek tek her bireyin kendi seçimi, kendi takdiri. Beni ilgilendiren ve şaşırtan tercihler değil, milletçe duygusallığımız. Bir de hafızamızın kısalığı, uçuculuğu. Hatırlamıyoruz. Sadece makro hadiseleri ya da olayların akışını filan değil, bizzat kendi fikirlerimizi, kendi sözlerimizi dahi hatırlamıyoruz.
Kastettiğim siyasetçiler değil. Onlar zaten ekseriya -istisnalar olmakla beraber- unutmaya meyyaldir bizzat kendi getirdikleri eleştirileri ve verdikleri sözleri, vaatleri. Benim kastettiğim daha ziyade seçmenin unutkanlığı. Hiç ummadığım insanlar, hiç ummadığım partilere oy veriyor bu seçimlerde. Tabii son dakikada fikirlerini değiştirmezlerse. Sınıfları ve hatta ideolojileri kesip geçen duygusal eğilimler ortaya çıktı bu sene. Burjuvaziden hiç ummadığınız simalar aileden gördükleri oy kullanma alışkanlıklarının dışına çıkarken, orta sınıfın bir kesimi “sadakat” temelinde, işçi sınıfının bir kesimi de “teorik çıkarlarına aykırı” oy kullanma eğilimi sergiliyor. Tüm bunlar seçim tahminlerine irrasyonalite unsuru katmayı mecburi kılıyor. Türkiye’de seçim tahmini yapan anket şirketlerinin esas sorununun fazlasıyla “rasyonel” davranmak ve seçmenin irrasyonalite eğilimini yeterince değerlendirmemek olduğuna inanırım. Bu seçimde bilhassa bu irrasyonalite havzasından beslenen öylesine sürpriz zikzaklar var ki insan merak ediyor: Türkiye’de seçmenler kendi fikirlerini bu kadar çabuk unutabilir mi?
Çoğu Ankara’dan gelen bir grup ev kadınının hararetli muhabbetlerine konuk ve tanık oluyorum bu hafta. Vazgeçilmez sohbet konusu: Siyaset. Pasta, börek kurabiye arasında siyaset bölüştürülüyor tabaklara, siyaset içiliyor ince belli bardaklardan. Kıtlama şekeri de yanında. Seçimlere birkaç gün kaldığından, heyecan dorukta. Hararetli tartışmalar geçiyor aralarında. Kızıyorlar da kızıyorlar. Türbanlı kadınlara kızgınlar en çok. İlgimi çeken, analizlerinin mantık değil, duygu temelli olması. Öylesine duygusal bir hava var ki ortada...
Türbanlı arkadaşlarım içinde de rastlıyorum farklı ama sonuçta benzer türden bir duygusallığa, alınganlığa, “biz” ve “onlar” ayırımına. “Bu seçimlerde de kendimizden feragat edeceğiz”, diyor bir dostum. “Gene kendi dertlerimizi, arzularımızı bastıracak, dile getirmeyeceğiz. Yanlış anlaşılmayalım diye.” Bir kırgınlık var sözlerinde. Sadece kendilerini öteleyen katı-laikçi olan kadınlara karşı değil, kadınların sorunlarını küçümseyen muhafazakâr camiaya karşı da kırgınlık. Arada sıkışmışlık hissi. Ama buna rağmen gene de eleştirilerini yansıtmıyor oy kullanırken. Çünkü “akılcı” değil duygusal davranıyor.
Benzer bir duygusallığı farklı meslek gruplarında da görüyorum. İşi rasyonalite ile iştigal etmek olan akademisyenlerde ve araştırmacılarda da. Farklı köşe yazarlarında da. Daha birkaç ay öncesine kadar filanca partiye demediğini bırakmayan biri bakıyorum bu seçimlerde tam da o partiye oy vereceğini söylüyor. Peki ne değişti? Kızdığın, söylendiğin sebepler ortadan kalktı mı? Yok. Yok ama... İnsan elbette fikrini değiştirebilir, ömrü ilerledikçe farklı görüşler benimseyebilir. Ancak bu kadar keskin bir değişimin olabilmesi için başka şeylerin de değişmesi gerekir. Peki değişen ne öyleyse? Parti programı mı? Vizyon mu? Hayır. Değişen: Duygular.
Duygusal insanlarız. Duygusal bir milletiz. Oy verirken akıl ve mantık kadar duygularımız da giriyor devreye. Çabuk kızıyor, çabuk küsüyor ve gene aynı sebeplerden ötürü çabuk unutuyoruz. Unutmayıp kin gütsek, duygusallığımıza kindarlık eklesek daha da kötü elbette. Böyle bakınca aslında, hafızasızlığımız o kadar da kötü değil. Sadece yorucu...
22.07.2007