Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda’da, Shakespeare’in kız kardeşi olarak tanıttığı hayali bir kadın kurgular. Bir de isim takar ona: Judith.
Diyelim ki bu Judith, en az ağabeyi Shakespeare kadar yazmaya meraklı ve gene en az onun kadar yeteneklidir. Peki acaba onun gibi yazarlık yapmaya, hayatını yazıya adamaya muvaffak olabilir mi? Çok büyük ihtimalle hayır, der Woolf sebeplerini uzun uzun açarak.
Hayır, çünkü içinde yaşadığımız toplumun kadınlara sunduğu şartlar ve kurallar ile erkeklere sundukları aynı değildir. Judith şöyle yetenekli, böyle yaratıcı olsun fark etmez, asla Shakespeare olamaz. Zaten kadınlardan beklenilen “munis eş-başarılı ev hanımı-vefakâr anne” üçlü rol kalıbı içinde böyle bir hareket alanı bulamayacaktır. Her şeyden evvel yazmaya vakit ayıramayacaktır. Gün boyu yemek, temizlik, alışveriş, ütü, çocuk ve bebek bakımı, kocanın istekleri, kaynananın beklentileri, ailevi ve sosyal yükümlülükler.. derken zaman akıp gidecektir avuçlarından. Kendi kendisiyle baş başa kalabildiği nadir anlarda da yorgunluktan sızıp kalacaktır bir kenarda. Nasıl yazsın? Ne zaman yazsın?
Daha baştan itibaren bir erkek olarak Shakespeare’e tanınan olanaklar kardeşi Judith’ten esirgenecektir. Kız çocuklarının erkek çocuklar gibi ya da onlar kadar okumaya teşvik edilmediği, erkenden evlendirildiği ve en büyük işlevlerinin evvela “kocalarına karılık etmek” sonra da “çocuklarına annelik etmek” olduğunun öğretildiği bu dünyada, kadın yazarlar maça zaten beş-sıfır yenik başlarlar.
Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi boyunca Judith gibi kaç kadın vardı acaba? Şair ya da yazar olabilecekken olamayan, yazabilecekken yazamayan… Eserlerini bir sır gibi kendine saklayan. Kabiliyetleri çekmecelerde, sandıklarda, kilerlerde saklanan ve gene oralarda çürüyen, heba olan… Namık Kemal’in 1872’de İbret’te yazdığı ve Osmanlı aile yapısını incelediği makalesinde dediği gibi, daha kendileri çocukken çocuk sahibi olur kızlar. Ellerindeki oyuncak bebeklerin yerini sahici bebekler alıverir.
Kadınlar ancak “doğal vazifeleri”ni aksatmadıkları ölçüde başka işlere soyunabilirler. Bu mantık uyarınca, Osmanlı’nın son dönem şeyhülislamlarından Musa Kazım’ın Hürriyet-Mutasavvat (Özgürlük-Eşitlik) başlıklı yazısında nasihat buyurduğu gibi, kadınların belli bir noktadan sonra eğitime ihtiyaçları yoktur. Okula gönderilmeleri gerekmez. Zira gereğinden fazla eğitim alırlarsa doğal vazifelerini ihmal edeceklerdir.
Aynı dar zihniyet yüzünden Fatma Aliye gibi müthiş bir yazar dahi yazı dünyasında birbiri ardına engellere takıldı. Fatma Aliye gibi son derece kabiliyetli bir yazarın evlendikten sonra geleneksel kadınlık kalıpları içine hapsedildiğini, hatta roman okumasına dahi izin verilmediğini görmek etrafındakileri, bilhassa Ahmed Midhat’ı yakından sarstı. Midhat, Fatma Aliye’nin yaşadıklarından esinlenerek, erkek kılığında dolaşan ve Acemi Ali diye anılan, ama asıl ismi Ulviye olan bir kadın karakter yarattı. Ancak erkek kılığına girince hareket imkânı bulan bir kadın yazar….
O günden bugüne çok şey değişti elbette. Ama değişmeyen bir kural var: Erkek yazarlar evvela “yazar” olarak algılanırlar, sonra “erkek”; kadın yazarlar ise evvela “kadın”, sonra “yazar”.
29.07.2007