Hiç beklenmedik anlarda, alakasız ayrıntılarda zuhur eder çocukluk. Bir de bakmışsın hortlamış pörtlemiş, dikilivermiş karşına. Hoppala, kalakalırsın, hani bitmiştin, hani geçip gitmiştin, seni gidi kötü safha, uğursuz çağrışım, korkulu rüya, hafıza yarası, kalp ağrısı, hadi kış! Kış! Yeterince kışlarsan çeker gider çocukluk, bir zaman sonra geri gelmek, gelip de gene kışlanmak üzere. Geçmiş hep bugünün içinde, çocukluğumuz geleceğimizin önünde. Masalların döngüsel zamanında hikmet var. Doğrudur, mümkündür, babanın beşiğini sallayabilirsin tıngır mıngır. Bektaşi’nin dediği gibi bir şeydir zaman. Kimyadır, muammadır an. Dem bu demdir, dem bu dem...
Severdik tekerlemeleri; tekrara dayalı oldukları halde her seferinde yeni bir şey söylüyormuş izlenimi vermelerine hayrandık içten içe, ritimlerine, döngülerine... Ama işte Türkiye’de kuşaktan kuşağa akan, aktarılan envai çeşit arasında tekerleme arasında biri var ki ne çocukken ne sonrasında, oldum olası sevemedim, benimseyemedim: “Evli evine köylü köyüne evi olmayan sıçan deliğine...” Ne vakit bu tekerlemeyi söylesek hep bir sıkıntı, hep bir huzursuzluk. Bilhassa son dizede, bir şey dizilir boğazıma. Sanki kötü bir şey söylüyorum olmayan birine. Zamanla unutur gidersin, ehemmiyetsiz, anlamsız nice ayrıntılar arasında yerini alır bu da. Nice seneler sonra, bir akşam vakti Kazancı Yokuşu’nda, oturmuşsun masa başında, sen roman yazma sancısı Kazancı Yokuşu da gene o canım hengamesi içinde debelenirken, arabalar, kornalar, seyyar satıcılar, akşamdan kalanlar bir muamma, bir kaos, bir gayya kuyusu içinde yankılanırken, birden, durup dururken, pencereden sızan çocuk sesleri, tanımadığın kız çocukları, avazları çıktığı kadar bağırarak tekerleme söyleyen: “evi olmayan sıçan deliğine...” Hoppala, taşlaşırsın bir beş on saniye için de olsa, niye kulağımı tırmaladı şimdi bu tekerleme, eskiden de sevmezdim, eski dediğin hiç eskimez mi?
Sene 1572. Trakya’da bir köyde bir hengame, bir cümbüş, bir panayır telaşı. Meğer panayırda yapılan kilise törenine Müslümanlar ile Hıristiyanlar birlikte katılırmış. Hıristiyanlar, yöre kilisesinin koruyucu azizinin gümüş ikonunu taşırken, Müslümanlar da bereket ve bolluk duaları ederek peşlerine takılırmış. Azizlere methiyeler, “artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin!” nidalarına karışırmış, tespihlerin taneleri tespihlerin tanelerine... İşitmiş devletlu. Hayret etmiş, müdahale etmiş, ayıp etmiş. Kendi dininden olmayanla yan yana şükredebilmek, birbirine akan sular gibi karışabilmek, çoğalabilmek. Vukuat yokmuş. Kimse kimseden şikayetçi değilmiş. Değilmiş; ama tedirgin olmuş merkezi hükümet yetkilileri; nam-ı diğer, hudut bekçileri. Merkezden gelen müdahale iki yönlü olmuş. Hıristiyan halka, bundan böyle yapacakları tüm törenleri kendi kiliseleri içinde yapmaları ve katiyen sokağa taşırmamaları tembih edilmiş. Müslüman halka da bundan böyle Müslüman olmayanların törenlerine katılmamaları, aksi takdirde kulaklarının büküleceği haberi uçurulmuş. Emirlerin tatbikiyle birlikte, yeniden “normal”e dönmüş düzen. Hudut boyları sapasağlam yerindeymiş.
Elimde henüz yazılmamış bir roman için alınmış notlar. Notların arasında yukarıda bahsi geçen hadise var. Oturmuş okuyorum. Zaman geçmiş değil artık, mekan bir başka mekan bir başka ülke. Ve birden, durup dururken, kendi sesimi işitiyorum, mırıldanırken, “evli evine, köylü köyüne...” Birden tüm parçalar birbirine kayıyor, gelecek geçmişin içine sızıyor. Mümkündür, doğrudur, babanın beşiğini sallayabilirsin tıngır mıngır, bir döngüdür zaman, akar kendi kendine, kuyruğunu yutar yılan. Seneler evvel Kazancı Yokuşu’nda bir roman yazmanın ortasında debelenirken pencereden sızan o tekerlemeden duyduğum sıkıntı; sızı. Hatırla geçmişi; çocukluğunu. Sade bizlerin değil, sade bireylerin değil, memleketlerin, sistemlerin, rejimlerin de çocukluk safhaları var. Zamanlardan o çocukluk safhası, mekanlardan o Kazancı Yokuşu. O yokuş ki 6-7 Eylül olaylarında azınlıkların işlettiği dükkanları yağmalayanlar tarafından öfkeye ve nefrete sahne oldu. O yokuş ki gördü yaşadı, azınlıkların dükkanlarında satılan buzdolaplarının yokuştan aşağı birer birer atıldığını, parçalandığını, yuvarlandığını, tıngır mıngır. O yokuş ki sıçan deliğine gönderdi evi olmayanları ve olanları...
Seneler sonra Amerika’da bugün tanışmak vaktiyle o yokuşta yaşamış yaşlı başlı bir gayrimüslim karı koca ile. Ve sonra eve gelip eski notları karıştırırken, birden aniden, hani durup dururken, kendi sesim, “evli evine köylü köyüne evi olmayan sıçan deliğine...”
Sırça saraylardan yazılan bir resmi tarihi ezberledik, hatmettik. Tekerleme gibi döne döne. Bu memleketin öyküsünü sırça saraydan değil sıçan deliklerinden dinlemek var bir de...
11.04.2004