Bir yazar düşünün. 1930 lar Avrupa sında her türlü cefaya katlanmış, nice siyasi badireler atlatmış, hapis yatmış, kaçak olmuş, Nazilere karşı savaşmış; yazmaktan bir an bile geri durmamış ve zaman içinde dünyanın en ünlü kalemlerinden biri olmuş.
Bir erkek yazar düşünün. Günlükler tutmuş, Kafka ile bir tutulmuş, Kieerkegaard ve Heidegger e hayranlık beslemiş, edebiyat kadar felsefenin de içinde olmuş. "Edebiyat, yaşamın saldırılarına karşı bir savunmadır." diyecek kadar inanmış yazmaya, yazarlığa. Öyle bir yazar ki romancılığının yanı sıra şair, kısa hikâye yazarı, çevirmen, edebiyat eleştirmeni olmuş ve yayın yönetmenliği yapmış. Tüm ömrü üretken geçmiş, dinmeyen bir entelektüel mücadeleyle. Nice toplumsal ya da siyasi çalkantıda eğilmemiş, bükülmemiş, hep yazmış, hep yazmış. Ama hayatın her alanında böylesine metanetli görünen bu erkek yazar, bir konuya gelince, neredeyse bir fiskede dağılıvermiş hep. Sözünü ettiğim yazar Cesare Pavese. Onu dağıtan, allak bullak eden konu ise hep aynı: Kadınlar.
"Kadınları düşünmemek mümkündür; tıpkı ölümü düşünmemek gibi." Böyle demişti Cesare Pavese. Kadınlar da tıpkı ölüm gibi düşünmekten kurtulamadığı; ama düşündükçe huzursuz olduğu, kendine ve hayata olan güvenini yitirdiği bir temaydı. Huzursuzluk, evham ve karamsarlıkla baktı kadınlara. Peşinden koşmayacağı, koşsa bile tutamayacağı bir hayale bakar gibi uzaktan, yılgınlıkla... Bu yüzden tutup, "Aşk, dinlerin en bayağısıdır." gibi bir laf edebilmişti belki de...
Pavese nin aşka ve kadınlara bakışı, Fuzuli nin kavuşmamayı temel alan aşk anlayışını andırır. Sevilen kadın uzakta duracak, uzak olacaktır. Kusursuz bir suret halinde. "Kusursuz davranış, tam bir kayıtsızlıktan doğar." diye yazar Pavese, günlüklerine 1940 ların başında. "Bize tam bir kayıtsızlıkla davranan kişiye delicesine âşık olmamızın nedeni budur belki de. Kadın, mükemmellik duygusunu temsil eder."
Kadın o kadar mükemmeldir ki kıpırdamamalı, bir şey olmaya çalışmamalı, kendi kalıbı ve sureti içinde kalakalmalıdır. Cins-i latif, doğanın kendisine verdiği "mükemmelliği" görmezden gelip, bundan öte bir yerde yaratıcılık ararsa şayet, kadınlığını yitirir, iğreti bir mahluka dönüşür. Çok sayıda erkek yazara göre kadın, bir ilham perisidir ancak, kağıttır, kalem değil. Esinleyendir, esinlenen değil. Kadınlardan iyi roman malzemesi olur; ama iyi romancı değil...
Bu yaklaşım ne 1930 larla sınırlı ne de Pavese ile. Günümüz edebiyatçıları arasında da aynı şekilde yaygın. Kadın, bir ilham perisi. İlla ki cefa çektiren, naz yapan, kapris yapan, ulaşılamayan, zaten aslında ulaşılmak da istenmeyen bir hayal... Erkek ise ona uzaktan bakarak düşünen ve yazan özne. Bugün Türk edebiyatında da aşk hakkında yazan nice erkek yazar, aslında aşkı değil, başka bir konuyu anlatıyor: Acı çekmeyi... Acı çekmenin erdemlerini anlatıyorlar okurlarına. Susan Sontag ın dediği gibi, "Modern aşk kültürü işte tam da bu noktada giriyor devreye. Kendimizi, duyguları yaşama gücümüz açısından sınadığımız ve yetersiz bulduğumuz başlıca alandır bu."
Öyleyse kadın sabit duracak, uzaktan ilham verecek ve illa ki acı çektirecek. Erkek de onun yüzünden acı çeke çeke yazacak; hikâyeler, romanlar, şiirler dolusu anlatacak kadınların acımasızlıklarını. Formül böyle. Bu, bir kurgudan ibaret. Ama öyle bir kurgu ki alıcısı var her zaman, inananı pek çok.
25 Eylül 2007, Salı