Uluslararası bir edebiyat festivali için İspanya daydım bu hafta. Seneler sonra çocukluğumun geçtiği ülkeye gitmek, tuhaf bir heyecan ve burukluk yarattı bende.
Madrid in yeni yapılan muhteşem ve modern havaalanına ayak bastığım andan itibaren ne kadar değişmiş buldum İspanya yı; nasıl da ilerlemiş, serpilmiş, zenginleşmiş... Toplum müreffehleştikçe, bireylerin halleri, tavırları da buna koşut değişiyor. Bir rahatlık, bir kolaylık geliyor üzerlerine. Öte yandan bazı şeyler hiç değişmemiş İspanya da. Gene her zamanki gibi dost canlısı, sevecen ve hümanist İspanyol kültürü. Gene her zamanki gibi İber Yarımadası nın insanlarına ve kültürüne tanıklık etmekten büyük keyif aldım.
Ne var ki festival boyunca beni düşündüren sahnelere de tanık oldum. Başarılı bir organizasyona ve birbirinden ilginç konu başlıklarının saptanmasına imza atmıştı festivali düzenleyenler. Afrika, Asya, Avrupa, Amerika ve Avustralya kıtalarından gelen yazar ve sanatçıları buluşturarak. Benim çıkacağım gün bir tarafta Borges ve edebiyatı üzerine bir program vardı, bir tarafta Latin Amerika romancılığının dünya kültürüne katkıları hakkında. Katılacağım oturum ise "Sufilik, sanat ve Müslüman dünyada kadın yazar olmak" üzerineydi. Etkinlik öncesi herhalde Borges paneli tıklım tıklım olur, bizimki de az biraz dolu diyorum kendi kendime. Ancak salona girmemle hayrete düşmem bir oluyor. Tahminimde yanılmışım. Yan salonlara değil, bizimkine akın etmiş seyirciler. Festivale katılan sanatçılardan biri şöyle fısıldıyor kulağıma: "Yaşadığımız dünyada Borges değil, Latin Amerika edebiyatı değil, hatta edebiyat ya da sanat dahi değil, daha ziyade İslamiyet hakkında bir şeyler konuşmak ve duymak istiyor İspanyol okurlar." Panel bitince, bu saptamayı doğrular nitelikte sorular yağmaya başlıyor seyircilerden.
Orta yaşlı bir adam söz alıyor. "Siz İslam ile Batı demokrasisinin pekala bir arada yaşayabileceğini söylediniz ve kendi ülkeniz Türkiye yi buna örnek gösterdiniz." diyor bana. "Ama merak ediyorum, daha dün festivalde gösterilen ve herkesi ayağa kaldıran İran belgeselini izlemediniz galiba."
Bu belgeselin ne olduğunu bilmediğimi görünce açıklıyor. İran da, fahişelik yaptıkları suçlamasıyla tutuklanıp öldürülen yirminin üzerinde kadın hakkında yapılan bir belgesel şu anda ülke ülke Avrupa festivallerini dolaşıyormuş. İspanya ya da getirilmiş bu belgesel. Ve çok tepki uyandırmış burada. Soruyu soran kişi, bunları anlattıktan sonra bana dönüyor tekrar: "Söyler misiniz, bu zavallı İranlı kadınlara yapılan haksızlığı gördükten sonra bizlerden İslam a güvenmemizi nasıl beklersiniz?"
Derin, gergin bir sessizlik oluyor salonda. Ama sakin bir sesle ve perspektifle cevaplamaya gayret ediyorum bana sorulan soruyu. Kendi bakış açımı ve İran da Devrim Muhafızları nın yaptıklarına bakıp da tüm bir İslam medeniyetini aynı kefeye koymanın yanlışlığını anlatıyorum. Bir an için kendime ve salona uzaktan bakıyorum. Bu bir edebiyat festivali, İspanya nın bir köşesinde. Ama tartışmaların ana ekseni belli ki "İslam ve kadın". İçinde yaşadığımız dünya öylesine etkisinde kalmış ki; medeniyetler çatışmasına inananların önyargılarından ve evhamlarından, bunların gölgesinde kalmadan sanat yapmak, sanat konuşmak neredeyse imkansız olmuş artık.
İşin çarpıcı yanı, bulunduğumuz mekan. İspanya, İslam tarihindeki en kıymetli mutasavvıflardan bazılarına ev sahipliği yapmış çok özel bir ülke. Tasavvufun kökleri var bu topraklarda. Murcia lı İbn Arabi ye feyz ve ilham veren topraklar bunlar. Oysa bu barışçıl ve insanlığı kapsayıcı kültürü ya bilmiyor ya da hepten unutmuş görünüyor bazı İspanyol okurlar. 11 Eylül sonrası ya da Madrid bombardımanı sonrası hafızalarda kalan imgeler ağır basıyor şimdi. Ne yazık ki kendi kültürel ve dinler tarihine değil, yaşadığımız dünyanın bu olumsuz imgelerine bakarak algılıyor İslam ı ortalama İspanyol okuru.
Bu sorularla, bu konularla geçiyor İspanya daki festival ve ben, yad etmeden duramıyorum Endülüs ün büyük mutasavvıflarını.
02 Ekim 2007, Salı