“Yandı–bitti–kül–oldu” dönemecinden geçiyoruz cümleten. Fikirsel ayrımlarımız ne olursa olsun, hepimiz bir mevzuda anlaşmışa benziyoruz; içinde yaşadığımız şu dönem başka hiçbir döneme benzemiyor. Nokta.
En uzun zaman birimimiz on senelik kesitlerden ibaret olunca “dün” ile “gelecek” arasındaki damar damar yollar siliniveriyor kendiliğinden. Hayat sadece bir adacık kutucuk diyet peyniri ebatında “bugün”den ibaret. Kibrit kutusu kadar. Stop. Geçmiş denilen ırak mı ırak bir köy ilan edilmiş bir kere. Kim ziyaret etmek ister ki o çorak diyarı? Zihinsel ufkumuz en dar anlamıyla “bugün”ün hudutlarınca çizilmiş. Yeni dünya düzeninde ideolojilere yer olmayacaktı malum. Fukuyama’nın “ideolojilerin vefat ettiğini” ilan etmesinden bu yana geçen seneler ve hadiseler bu malum ve meşhur savda en ufak bir değişiklik yaratmışa benzemiyor. İdeolojiler hurra topluca mezara. Ardından Terry Eagleton “teorinin son bulduğunu” duyurdu okurlarına. Artık eskiden olduğu gibi kapsamlı, bütünsel bir rol oynayamayacaktı kuramlar. Anlamı kalmamıştı zira teorinin günümüzün “üst anlatısını yitirmiş” dünyasında.
Ne hikmettir ki tüm bu “öldü bitti gömelim gitsin” iddiaları bir başka sahada, bu kez de edebiyat sahasında, benzer bir ölüm çığırtkanlığıyla el ele gitmekte. Ne de olsa pek çok eleştirmen tekrar tekrar döne döne “romanın son bulduğunu” beyan etti. Roman ölmüştü. Sizlere ömür. Madem ki roman burjuvazinin ifade aracı, modernitenin ritmi yankısı aleti edavatı idi, bundan sonra böyle bir edebi tür olmayacaktı post–postmodern dünyada. Şimdilerde zincirleme “kültürel çalışmalar”, “etnik çalışmalar” ile “kadın çalışmaları” alanlarının da birer birer son bulduğunu iddia edenler çıkmaya başladı mantar gibi. Her üç alan da Türkiye’de zaten yeterince itibar görmediği için, yaşadıklarından dahi kimsenin haberi yoktu. Vefatları lafta kalmayıp gerçek olsa dahi, yoklukları pek fazla kimsenin kılını kıpırdatmaz güzide memleketimde.
Tuhaf olan günümüz entelektüelinin bu şaşmaz uslanmaz “külünü havaya savurduk helvasını kavurduk” saplantısı. İlla ki bitirecek bir şeyleri. İlla ki bir ölüm tellallığı. Ölmeden önce ölmek tasavvuf içre bir öğretiydi, bambaşka kapılara açılan. Günümüz münevveri ölmeden önce öldürmeyi geliştirdi. “O da bitti bu da bitti şunun da dibine darı ektik gitti!” saplantısı. Hani illa ki “her şey ben yaşarken öldü” diyebilmeliyim. Bir nevi benden sonra tufan. Belki de günün birinde, hani mesela 100 yıl sonra torunlarımızın torunlarının torunları dönüp de geçmişe baktıklarında şöyle düşünecekler: “Sahi ne tuhaf bir dönemmiş şu 21. yüzyıl başı, ne kadar da kül–kolik ölüm–perver son–perest imiş o dönemin insanları! Sanki her biri kıyamet tellalı!”
Çin devriminin insanlık tarihine armağan ettiği nice vecizeden birini hatırlamakta fayda var. Devrimin lider tabakası kendilerine 1789 Fransız Devrimi’nin Çin Devrimi’ni etkileyip etkilemediği sorulduğunda şöyle cevaplamıştı bu soruyu: “Henüz bunu kestirebilmek için çok erken.”
Biz milletçe “henüz çok erken” diyenlerden değil “aman bre geç kaldık çabuk”çulardan olduğumuz için böyle vecizeler yok şanlı tarihimizde. “Batı modernleşmesi bu seviyeye 400–500 senede ulaştı. Ya bizler? Bizler o kadar bekleyebilecek miyiz? Bunca beklemeye sabrımız takatimiz var mı?” diye sormuştu Abdullah Cevdet vaktiyle. Türk modernleşmesi o kadar zaman beklemeyecek, onun yerine zamanın akışını hızlandıracaktı mümkün mertebe.
Döndür zamanın çarkını. Döndür ki daha süratli aksın. Tam gaz bodoslama. Aksın ki tez zamanda olalım–pişelim–yetişelim. Yetişelim ki bir an evvel bitirelim. Koşturuyoruz soluk soluğa. Oysa biz ne kadar kasılırsak kasılalım “tarihi köklü kültürü yaşlı” ülke kılığında, Türk modernleşmesi henüz buluğ çağında. Ne yapsın kötü bir çocukluk geçirdi son 150 yılda. Diz kapakları yara bere içinde, düştü kalktı. İçine bakmaktan korkan her çocuk gibi acısını kendinden zayıf olanlardan çıkardı. Azınlıklardan. Az olanlardan. Anıları çakılı kaldı, hafızasında olmasa dahi havsalasında. Şimdi tüm bu bağları iplik iplik örebilmek için çok erken daha. Bugünün siyasi dengelerini dengesizliklerini illa ki bitmiş–tükenmiş–kül olmuş bir dönemin ardılı ve yepyeni bir dönemin başlangıcı olarak okumak, AKP’nin yükselişini sistemin dışına yerleştirmek, her muhalefeti “kökü dışarda” zannetmek yerine, birleştirmek parçaları, öyle on senelik kesik kesik zaman kesitleriyle değil akışkan ve esnek bir tarihsellik içinde görebilmek dinamikleri. Resmî tarih bizlere yaş pasta keser gibi tarihi dilimlemeyi öğretti. Elimizde pasta bıçakları yepyeni “zamansal dilimler” pay ettik. Her dilim için yeni yeni milatlar tayin ettik. Oysa içinde yaşadığımız anın siyaseti sadece ve sadece bugünün aktörleri tarafından belirlenmiyor.
Acaba asırlar evvel, nice dönemeçten birinde İkinci Beyazıd’ın “nefs” mefhumunu topyekün cezalandırmaya karar vermiş olması, daha yerel, parçalı ve göçebe olan dervişan taifesinin tek bir merkezin denetimi altına sokulması, Şerif Mardin’in dediği gibi Osmanlı’da devlet ile din’in tev’em olması ama bu ikizlerden birinin son noktayı koyması, bu yapı, bu süreklilik, acaba devletlunun bireysel ve toplumsal düzlemde başka türlü değil de tam da böyle olmasının bir etkisi var mı bugünkü kültürel ve siyasi dokuda? Osmanlı’yı elestirel gözle okumadan, ulus–devletleşme sürecinde bir bir işlenen hataların izi sürülmeden nasıl bir araya getireceğiz parçaları? Yok canım bize ne? Koptuk biz geçmişten, pastayı dilimledik ya.
Henüz erken beyler, pek erken daha kestirebilmek için. Zaman dediğin kesik kesik çizgiler halinde ilerlemeye gayret etse de kopamaz bir türlü, akar kendine kendine, akar kendinden kendinden, bir yarış atına koşulmuş dahi olsa hızlandırılmış Batılılaşma kulvarında.
18.04.2004