Tatilde. Deniz kenarında. Bir genç kız dikkatimi çekiyor. Yaşıtları daha “dünyevi” hevesler peşindeyken o kimseciklerle muhatap olmadan, her fırsatta çekiliyor bir köşeye, okuyor. Elinde tuğla kalınlığında bir kitap.
Dayanamıyor, ne okuduğunu soruyorum. Gözleri parlıyor. “Ayn Rand,” diye cevap veriyor.
Ayn Rand, dünya üzerinde bugün hangi ülkeye giderseniz gidin sayısız hayranına rastlayacağınız türden kalıcılığa sahip nadir kadın yazarlardan. Romancılığının yanı sıra denemeci, oyun yazarı ve belki de en önemlisi, filozof. Dünya edebiyatı hakkında en çok konuşulan, en fazla sevilen ve gene en çok nefret edilen ilk beş yazar arasına girer muhtemelen. 1905’te St. Petersburg’da doğdu. 1926’da ABD’ye geldi. Cebinde az biraz para ve yüreğinde derin bir “kendini yeniden var etme” arzusuyla vardı Amerika’ya. Ve bir daha anavatanına dönmedi, ailesini görmedi. Geçmişi ile geleceğini keskin hatlarla ayırdı birbirinden. Ateşli bir komünizm karşıtı ve kapitalizm yanlısıydı. Oyuncu Charles Francis O’Connor ile evlendi. Bir süre Holywood’da düşük bütçeli metin yazarlıkları yaptı. Ta ki 1943’te Hayatın Kaynağı adlı yapıtıyla büyük bir çıkış yakalayana kadar. Ayn Rand’ın Magnum Opus’u yazması yaklaşık yedi sene süren Atlas Vazgeçti adlı eseridir. Tatildeki genç kızın okuduğu kitap da bu.
Ayn Rand ismi bireyselciliğin ve akılcılığın bayraktarlığıyla özdeş sayılıyor. İnsanın inandığı tüm değerleri mantığını kullanarak seçmesi gerektiğine inanıyordu. Bireyin devlet ve toplum karşısındaki haklarını savunuyor, hükümetlerin bireylerin hayatına müdahale etmesine karşı çıkıyordu. “Hiç kimse kendi beynini, bir başkasının yerine düşünmek için kullanamaz. Vücudun ve ruhun bütün işlevleri bireysel ve özeldir. Paylaşılamazlar ve devredilemezler.” Sadece bağımsız bireylerden oluşan toplumsal modelin değil, sevginin ve aşkın temelini de mantık ve akıl olarak görüyordu.
Bir kadının bir erkeğe karşı neler hissetmesi gerektiği sorusuna “hayranlık” diye cevap verirdi. Erkek kahramanlığına duyulan hayranlık. Ne var ki kendi özel hayatına baktığımızda kocasına taptığını ya da salık verdiği türden bir hayranlığın evliliklerinin temeli olduğunu söylemek pek mümkün değil. Ayn Rand’ın kocası Frank O’Connor, tüm hayatı boyunca karısının gölgesinde kaldı. Pek başarılı ya da revaçta olan bir oyuncu değildi. Çoğu zaman işsiz gezerdi. Evlendikleri andan itibaren adım adım karısının kendisinden daha zengin, daha başarılı, daha ünlü olmasını bir yük gibi taşıdı. Konumuyla alay edercesine zaman zaman kendini “Mister Ayn Rand” olarak takdim ederdi.
Çelişkilerle doluydu Ayn Rand. Ölümünden yirmi beş sene sonra bugün sevenlerinin de sevmeyenlerinin de bu kadar çok sayıda olması tesadüf değil. Kapitalizmin ateşli savunuculuğunu yaparken, bireysel hayatında totaliter bir düşünce sistematiği kurmaya çalıştı. Kendi gibi düşünmeyen herkesi dışlayıp aşağılayarak. Teoride hep bireyselcilikten, bireysel özgürlükten ve eleştirel düşünceden yana oldu. Ama işin aslı, eleştirilmekten hiç hoşlanmazdı. Köşeli bir kadındı Ayn Rand. Kansere yakalandığında kimsenin bunu duymasını istemedi. Hastalığını bir zaaf gibi gördü, bir hata gibi taşıdı. Entelektüel yetersizlikten ya da düşünsel bir aksamadan kaynaklanan fiziksel bir maraz. Sonunda kanseri yenmeyi başardı; ama 1982’de kalp krizine yenik düştü.
Ayn Rand gibi bir kadının, Türkiye’de 19 yaşında bir genç kızla en ufak bir ortak noktası yok sanabilirsiniz ilk bakışta. Ama yazı ve fikirler aracılığıyla köprüler kuruluyor aralarında. Dikkafalı, huysuz, bencil; ama son derece yaratıcı ve akıllı kadın entelektüeller ile onların sessiz genç kız okurları arasındaki duygusal bağ ilgimi çekiyor nicedir.
09.09.2007