Elimde bir kitap. Yürekten yazılmış, yaşanarak kaleme alınmış bir kitap. Özcan Yüksek’in kaleminden Sessizce Dön’ü okuyorum günlerdir. Kitabın altbaşlığında ‘Mevlânâ’nın İzinde Belh’ten Anadolu’ya’ yazıyor.
Belki Mevlânâ’nın ayak izlerini takip ediyor kitabın kurgusu; ama alabildiğine içsel bir yolculuk yazarın çıktığı. Bir yolculuğa başlıyor Belh’ten. Tek bir yükü var: Ben duygusu. “Zaten bu dünyada neyin var ki verecek ‘ben’ demekten başka?” Ardından ekliyor yazar: “Böyle dediği için bana rivayetçim, size ancak kendimi verebilirim. Veririm ve böylelikle ondan da kurtulmuş olurum. Şimdi artık ben yokum. Bu göçe, çamurdan yoğrulmuş bir göçmen kuş kadar hafif başlayabilirim.”
Afganistan, iran, Suriye ve Anadolu... Böyle bu kitabın güzergahı. Belh’te başlayan bu seyrüsefer, taşkın suları derya beller kendine. Zira zor bir coğrafyadır burası, çocukların erken büyüdüğü, aşkların gizli kaçamak yaşandığı. Bundan sonra günler bir “harici” olarak çöllerde yol tutarak, köylerde kasabalarda barınarak, her adımda yepyeni insanlarla tanışarak, onların hikâyelerini dinleyerek ve bol bol yazıp okuyarak geçer. “Yol boyunca öğrencileri okulsuz gördüm. Güneşin alnında, savaşta yıkılmış okul binalarının yanında, toprağa çömelmiş, karatahtada yazılanları defterlerine geçirmeye çalışıyorlardı. Yoksunluk en fazla öğrencilerde ve öğretmenlerdeydi.” Özcan Yüksek’in çıktığı yolculukta uğradığı duraklar İstanbul’daki hayatından öylesine farklı mekânlar ki, merak ediyorum buralara döndüğünde “modern zamanlara” nasıl uyum sağlayabildi acaba? Sağlayabildi mi? Belh’ten Anadolu’ya semavi çemberini tamamladıktan sonra aramıza döndüğünde on milyondan fazla İstanbullunun uğraştığı, didindiği, üzüldüğü dertler, hırslar, hevesler nasıl göründü acaba gözüne? Küçüldü mü?
Kitabın en can alıcı bölümlerinden biri Beyazıd Bistami’nin türbesine ziyaret. “Bir yılanın derisinden soyunması gibi, kendi benliğimden soyundum, sonra zatıma nazar ettim ve gördüm ki, ben o imişim” diyen Bistami, Şems ile Mevlânâ Pembefiruşan çıkışı karşılaştıklarında sohbetlerine konu olan ünlü mutasavvıftır. Şems’in Mevlânâ’ya ilk yönelttiği, bir anlamda onu sınadığı sorunun konusu. Bu konuşmanın başında şöyle dediği rivayet olunur Şems’in Mevlânâ’ya: “Ey dünyanın sarrafı, gör beni. Beni anla!” Bu değil mi aslında sevdiklerimize durmadan fısıldadığımız yakarı: “Gör beni! Beni anla!” demiyor muyuz daima en yakınımızdaki insana. Böyle yakarmıyor muyuz gizliden gizliye?
Yazarın bundan sonraki durakları Nişabur, Halep, Bosra: Eski Şam ve Anadolu... “İnsan kendi kusurunu göremez. Başkasında gördüğü kusur da aslında kendi kusurudur.” Böyle derdi Mevlânâ. Bu kitap ilk bakışta tek bir insanın yolculuğu belki; ama inanıyorum ki her okur kendi aksini seyredecek bu edebi suda. Kendini bulacak her sayfada, varılan her durakta. Ne de olsa “aslında her şey tek bir rüyadır. Ve, her hayat tek bir rüyanın parçasıdır.” Böyle inanarak yazmış Özcan Yüksek. Tevazuyla, tefekkürle yazmış. Doğan Kitap’tan yakınlarda çıkan bu sıradışı kitabı alışılageldiği üzere “şiddetle” değil, “aşkla” tavsiye ederim meraklısına.
30.09.2007