Bu bir teşekkür yazısı. Rüyada gibi geçen bir TÜYAP etkinliğinin ardından kaleme alınmış. 26. İstanbul Kitap Fuarı sona erdi. Ziyaret edenlerin sayısını 350 bine çıkartarak. Cıvıl cıvıldı bu sene fuar.
En dikkat çekici özelliklerinden bir tanesi çocuk kitaplarındaki gözle görülür nicelik ve nitelik artışıydı. Ailecek gelenler çoktu fuara; ana baba çoluk çocuk, kucaklarda kitaplar. Öğrenciler çoktu. "Kitap okumaya vaktim yok" gibi klişelerden uzak duran; okumaya, düşünmeye, hayal etmeye en açık olan gene onlar, hep onlar...
Bir cumartesi günü buluşmak okurlarla... Sadece İstanbul dan değil Türkiye nin dört bir yanından gelen kitapseverlerle. Her telden her demden... her yaş grubundan ve meslekten... Buluşmak ve konuşmak doya doya edebiyat üzerine. Varsa yoksa edebiyat, varsa yoksa hayal ve hikaye o geniş ve tıka basa dolu konferans salonunun içinde. Hatırladım bir kez daha, ne kadar öğretici ve zenginleştirici bir tecrübe, nasıl da katman katman yayılan bir efsundur yüzlerce som ve hakiki edebiyat okuruyla bir araya gelmek... ve sanat ve sanat ve sanat konuşabilmek hudutsuz bir denizde pupa yelken gidercesine. O gün işi gücü bırakıp oraya gelenler som ve sadık kitapseverlerdi. Sevdikleri kitapları yazarlarından daha çok sahiplenenler ve inanıyorum ki, aslında onlardan daha iyi bilenler, anlayıp analiz edenler.
Siz bakmayın "kitaplarım ister okunsun ister okunmasın, hiç önemli değil, ben gene de yazarım," diye iddialı sözler sarf eden yazarlara. Siz bakmayın çok okunmayı otomatik olarak "popülerlik" damgasıyla damgalayıp, anında öteleyenlere. Doğrusunu isterseniz, kim ne derse desin, nasıl ki her insan içten içe sevilmek ve saf muhabbet görmek isterse, aslında her yazar da okunmak okunmak okunmak ister. Bir kitabı yazarken insanın tek ya da temel sebebi bu olmayabilir elbette. Dünya edebiyat tarihinden nice yazar biliyoruz ki yazmazsa çıldıracağına inanıp, yani "okunmayı" değil "yazmayı" varoluşsal bir ihtiyaç olarak tanımlayıp, bizatihi yazının yüzü suyu hürmetine yazmış ve kendini dış dünyaya kapamıştır. Bu da olabilir. Ama ister son derece sosyal ve konuşkan birinden bahsedelim, ister içine kapanık bir münzeviden, yazar dediğin illa ki kitaplarının okunmasını, anlattığı hikayelerin okuruna ulaşmasını ister. "Okunmak için yazmadığını, aslında okunup okunmamayı önemsediğini söyleyen bir yazara saygı duyalım." demişti Albert Camus. "Ama sakın ola inanmayalım ona." İnanmayalım çünkü her yazar okunmak ister. Eğer bir şiir ya da hikaye demeti ya da bir roman basılıp kitaba dönüşüyorsa, nice zahmetlerden ve süreçlerden geçiyorsa, hep ama hep okurunu bulmak için. Suya atılan bir şişedeki mektup gibidir her kitap. Gider, gider, kendini anlayacak, derdini dinleyecek okuru bulana kadar çalkalanır durur açık denizlerde. Okur çıkarır mektubu şişeden. Alır okur, çeker içine bir solukta. Bir kitabı var eden okurlarıdır.
İki temel dürtüyle yazılabilir bir kitap. Ya bir uç ya öbür uç hakimdir sürece. Ya çok sevdiğin için yazacaksın. Aşık gibi deli divane. Yani tutkuyla seveceksin anlattığın hikayeyi ve yaptığın işi. Seveceksin okurlarını, güveneceksin onlara, sağduyularına, gönül gözlerine. Görmesen de inanacaksın. Dokunmadan kavrayacaksın. Bileceksin ki hayalden hayale geçit vardır, insandan insana uzanan köprü. Ya böyle yazılır bir kitap. Ya da yoğun bir kızgınlık, kırgınlık, hesaplaşma arzusuyla. Mücadele ederek kağıtla kalemle, hatta okurlarla toplumla diğer yazarlarla, dünyayla kendinle her şeyle didişerek kan ter içinde. Bu iki yazın türü birbirinden çok farklıdır, ortaya çıkardıkları eserler de. Okur ise eline alır almaz anlar bir kitabın aşkla mı yoksa kavgayla mı yazıldığını.
Kavgayla değil aşkla, nefretle değil muhabbetle, kırgınlıkla değil paylaşımla yazmanın gücüne ve güzelliğine inanan biri olarak, TÜYAP salonunda okurlardan gördüğüm o saf muhabbet, salonun her bir katresine yayılan som sevgi beni aldı götürdü büyülü bir masal diyarına. Gözlerim doldu kaç sefer, dilim lal oldu.
Müteşekkirim edebiyatseverlere, müteşekkirim... can-ı gönülden. Eyvallah...
06 Kasım 2007, Salı