Bilgi çağında yaşıyoruz. Hepimizin hemen herkes ve hemen her şey hakkında bir fikri var. Sade fikri mi? Bir de yargısı. Şunları şunları severim, bunları bunları asla diye net kategorilere ayırıyoruz tanıyalım tanımayalım soframızda bahsi geçen her ismi.
Görünüşlerine, söylenenlere göre hükümler veriyoruz bireyler hakkında. Tıpkı insanlar gibi olaylar ve konular hakkındaki fikirlerimiz de köklü ve katı. Televizyon kanallarında her akşam habire tartışma üstüne tartışma izliyoruz. İlla da her konuda farklı fikirlerde olmak ve oradan tartışmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Bu “mevzilenme” beraberinde düşünsel sabitlenmeyi getiriyor. Kendimizi ve fikirlerimizi hep bir Öteki üzerinden tanımlandığımız için biz de giderek çivi çakıyoruz bulunduğumuz yere, sahip olduğumuz görüşlere. İşte o zaman usul usul, belki pek de farkında olmadan, “fikir sahibi” olmaktan çıkıp “sabit fikir sahibi” olmaya doğru yol alıyoruz, pupa yelken.
Vaktiyle (ve halen) hakikat ehli buna ZAN dermiş. İnsan ki okunacak bir kitaptır, konuşan kitap hem de... bir insanı sayfa sayfa sabırla okumadan, okumaya çalışmadan hakkında vardığımız tüm o alelacele fikirler birer zan. Evhamlarımız, vesveselerimiz, kaygılarımız, korkularımız hepsi hepsi birer zan. Bir de bakıyorsun bir kadın çatır çatır dedikodu yapıyor bir komşusu hakkında. Söyledikleri kendi ruhunun aynası. Her biri birer zan. Ya da bir adam büyük, kallavi, kestirmeden yargılarla konuşuyor siyaset ya da toplum meseleleri hakkında. Tüm o ünlem yüklü cümleler birer zan. Bildiklerimiz, çok iyi bildiğimizi sandığımız hususlar, yargılarımız, önyargılarımız, kırgınlıklarımız kızgınlıklarımız.... hepsi hepsi zan.
Bu yüzden Mevlânâ’nın tüm kitaplarını kaldırıp suya atması Şems’in. Bu yüzden kendinden “ümmi” diye bahsetmesi Yunus Emre’nin. Bu yüzden “cahilim, okuma yazmam yok, bilgisizim” diye tanımlaması pek çok hal ve hakikat ehlinin. Hakikaten okur yazar olmadıklarından değil. Bilginin nasıl bir perde, insanın yüreğini daraltan bir mühür olduğunu gayet iyi bildiklerinden. Bilgi sayacını tersine çevirmeyi başardıklarından.
İçinde yaşadığımız “enformasyon çağı”nda en zor olan husus bir konuda daha fazla, daha sağlam, daha çok, daha çeşitli, daha çelişkili bilgi edinmek değil. Tam tersine. Bunlar son derece kolay. Açıyorsun interneti, beş saniyede önüne yığılıyor bölük pörçük bilgi öbekleri. Alıp dilediğince yamalıyorsun her birini. Bu sayede her konuda fikir sahibi olmak mümkün. Hem de iddialı fikirler. Kapsül kapsül hap yutan bağımlılar gibi bizler de bağımlısı olduk bu bilgi haplarının. Bize verdikleri zararın, yan etkilerinin farkında olmadan... Bilgi çağında en zoru “bildiklerini silmek”. Bilmiyor konumuna gelmek ve bu konumu kucaklamak, anlamak. İngilizcede “unlearn” denilen, bildiğini bilmeme hali. Filanca şahıs ya da falanca hadise hakkında konuşurken, o konudaki bilgilerimizi ve dolayısıyla zanlarımızı sıkı bir gözden geçirme ihtiyacı.
Bundan bir zaman evvel, kim bilir kaç zaman evvel, “Bildiğin her şeyi unut” dedi Dost. “Şu yeni başlayan güne bilmekle değil, bildiklerini silmekle başla. Terk et zanları. Kimsenin hakkında tek bir kötü laf etme sakın. Hiçbir dünyevi konuda yüzde yüz emin ve bilgili sayma kendini. Daim açık ol başkalarından öğrenmeye. ‘Onlar alim ben cahil, âlem güzel ben çirkin’ de. Ancak o zaman kurtulabilirsin bilginin cehaletinden...”
18.11.2007