Kitapçıda önümsıra iki genç, konuşuyorlar kendi aralarında. Raflarda tıngır mıngır dolaşmaktayız, ben de onlar da. Derken biri eline Pinhan adlı romanımı alıyor. Anında kulak kabartıyorum.
Kulak hırsızlığı yapmaktayım. Acaba ne diyecekler, ne söyleyecekler romanım hakkında? Bir yanım yaptığımın doğru olmadığının bilincinde. Gayet makul ve mantıklı, “ayıp ayıp! Geri dur, sana ne, ne karışıyorsun insanların sohbetlerine, sokma burnunu” diyor. Haklı, biliyorum. Ama elde değil. Beri yanımda mantık-akıl ne gezer. Hemen yanaşıyorum. Merak bu. Dayanamıyor, dinliyorum.
“Okudun mu?” diyor gençlerden biri. “Güzeldir, derindir Pinhan. Severim.” Saklı bir sevinçle tebessüm ediyorum. Ama berikinin cevabı sevincimi yarım bırakıyor. “Okumadım ama eminim tasavvuf masavvuf ayaklarına bol salçalı Oryantalizm yapmıştır hatun.”
Kalakalıyorum. Aynı anda gençler arkaya dönüyor. Gözgöze geliyoruz. Onlar da kalakalıyor. Halimiz pek bir komik. Kitabevinde başka kimse görmüyor bu sahneyi. Selam veriyorlar az evvel hakkında konuştukları kitabın yazarına. Selam veriyorum ben de. Utangaç bir tebessümle kaçıyoruz birbirimizin huzurundan.
Bu yazı bir Pinhan savunması değil. Her roman kendi dilinde anlatır meramını. Okurunu arar. Okuruyla dertleşir. Ama bunu anlamak için evvela kitabı okumak lazım elbette. Okumadığımız kitaplar hakkında kesin kanaatlere varmak ne yaman çelişki! Onu da bir kenara bırakalım. Edward Said, şüphesiz ki yüzyılımızın en önemli ve en çok yankı uyandıran düşünürlerinden biriydi. Bilhassa Oryantalizm adlı çalışmasıyla tüm dünyada akademik ve entelektüel çevrelere bomba gibi düşen bir esere imza attı. Çok tartışıldı, çok alıntılandı. Bugün hâlâ başta Mısır olmak üzere kolonyalizmin tarihiyle tanışık pek çok İslam ülkesinde best-seller bu kitap. Batı’nın Doğu’yu kendi tahayyülünde nasıl kurguladığı, sonra da kendi kurgusunu nasıl “norm” olarak algıladığı hepimizin hatırında iz bırakan kudretli bir eleştiri noktası. Buraya kadar kitabın dile getirdiği her şey iyi hoş ama unutmayalım ki her eser gibi bunun da sınırları var, çerçevesi var. Dolayısıyla çerçevesinin dışında kalan alanlar var. Said belli bir literatür, belli bir dönem ve belli bir coğrafya üzerine yoğunlaştı, odaklandı. Bunun kapsamadığı mekan ve alanlar olduğunu gözden kaçırmamak lazım. Yani ne tüm mekanlara-kıtalara ne de tüm zamanlara-dönemlere uygulanabilir bir analiz burada söz konusu olan. Said’in çalışmasını romantikleştirmemek, omuzlarına taşıyabileceği yükten fazlasıyla yüklememek lazım. En başta da bizi ilgilendiriyor bu durum. Zira Said “Oryantalizm” çalışmasında acaba niçin Osmanlı’dan pek bahsetmemeyi seçti?
Oryantalizm kelimesi kadar sık ve yaygın kullanılan, her yerde revaçta olan ancak habire sığ ve basmakalıp tekrarlara maruz kalan çok az kavram olsa gerek günümüz dünyasında. Ne vakit “Doğu” ya da “geçmiş” veya “tasavvuf” ile ilgili bir yazı-film-roman çıksa piyasaya, neredeyse otomatik olarak “oryantalistlik yapmakla” itham ediliyor. Peki ama nedir acaba “oryantalistlik yapmak?” Alışıldık, kanıksanmış, klişeleşmiş bir kullanımın dışında ve ötesinde bakmaya hazır mıyız bu kavrama? Sahi her “Doğu” diyen Oryantalist mi oluyor anında? Her tasavvuftan ya da Osmanlı’dan bahseden “geçmiş fetişizmi” yapmakla damgalanabilir mi? Bu kadar kolay mı? Oryantalizm eleştirisi her kapıyı açacak bir altın anahtar gibi kullanılıyor bugünlerde. İşte bu yüzden içi böylesine boşaldı, ayakları yerden kesildi bu kavramın. “Oryantalizm” kelimesini dilin boyunduruğundan azat etmemizin zamanı geldi de geçiyor artık.
Ve kitabevindeki ikinci gence ufacık bir not: “Baştan sona tebessümle yazıldı bu yazı. Bol salçalı oryantalizm lafına kızmadım. Ne kırıldım ne kızdım, vesselam.”
23.12.2007