Bu hafta pazar yazısında yemek alışkanlıklarım(ız)a değinmek geldi içimden. Bir hesap ettim baktım geçenlerde. Tam tamına on dört sene olmuş kırmızı et yemeyi bırakalı.
On dört senedir yollarımız ayrıymış meğer. Özlediğim yok. Bir kez olsun aramadım. Arasam yeniden başlardım muhtemelen. Ama ne bir özlem ne bir merak. Sanki yeryüzünde böyle bir besin yokmuş gibi kapanmış yüreğimin kapıları. “Herkes kendi yoluna” deyip yürüdük gittik, o bir tarafa ben bir tarafa. Ne var ki, sabık bir etyemez olarak hiçbir şeyden çekmedim “ısrarcı etoburlar”la “kuralcı köşeli vejateryenler”den çektiğim kadar.
Bir sahne düşünün. Bir lokantada ya da kebapçıda, kat gibi beyaz masa örtüleri ortada. Cümbür cemaat gidilmiş oraya. Arkadaşlarla ya da işyerinden tanıdıklarla kalabalık bir ekip diyelim. İlla ki orta yere şişler, karışık ızgaralar söylenir. Ben boncuk boncuk terlerim bir köşede. Mesele et yememek değil, yanlış anlaşılmasın. Mesele, et yemediğini izah etmekte zorlanmak. Adım gibi biliyorum ki ben şimdi başımı kaldırıp da et yemediğimi söylediğim anda bir dolu soru başlayacak üzerime üzerime yağmaya. “Aaa iyi de niye?” NİYE? Önemli soru. Muhakkak ki açıklanması lazım. Ama cevaplamak yetmez. Cevabınızın istenilen türden bir cevap olması da şart. Yani “ben zaten küçükken de ete düşkün değildim, bir türlü sevemedim, kendiliğinden bıraktım” demeniz asla kata yeterli değil.
Başlar ısrarlar. “Hiç mi et yemiyorsun?” der biri. “Canım köfte etten mi sayılır?” der bir başkası. Derken “yoksa rejim mi yapıyorsun?” diye sorar bir kadın. “Bir günlüğüne bozuver rejimi bir şeycik olmaz” diye eklerler ardından. İlla ki et yememeyi rejim yapmakla bir tutarlar. Anlatmaya çalışırsınız. Senelerdir et yemediğinizi, bunun bir tercih olduğunu söylersiniz. Yiyenlere selam olsun, afiyet olsun, ben de müsaadenizle kendi halimde takılayım şuracıkta dersiniz. Bir türlü olmaz, ikna edemezsiniz. Ev gezmeleri en beteridir. Kırmaktan korkarsınız ev sahibesini. O da zaten bir türlü kabullenmez bir misafirin et yemiyor olabileceğini. Zorla doldurur tabağınızı. Bir de güzel gülümser ki. “Sen Filanca Teyze’nin elinden köfte yememişsin de o yüzden bırakmışsın eti. Hele bak bakayım benim köftelerimin tadına, bak nasıl etobur oluyorsun yeniden.” Zordur et yememek, et yememenin illa ki izaha muhtaç, izahların da daima yetersiz bulunduğu ortamlarda. Yaşayan bilir.
Ama son zamanlarda etoburların ısrarlarına kuralcı-katı vejateryenlerin beklentileri eklendi ki sormayın. Meğer o da bir baskı çeşidi olabiliyormuş benim gibi arada duranların üzerinde. Nedense koca koca kallavi ideolojik saptamalar yapmayı seviyor kimi vejateryenler. “Bir canlıyı öldüren insanın demokrat filan olması mümkün değildir” lafı bu saptamaların başında geliyor. “Et yiyen kültürlerden ne barış çıkar, ne demokrasi, ne hoşgörü” diye ekliyorlar ardından. “Eskiden anaerkil toplumlar otla, bitkilerle beslenen toplumlardı. Kadındı bu tür toplumlarda hayatın merkezi. Ne zaman ki et yemeye geçtik, ataerkillik zuhur etti.” Böyle diyor feminist bir arkadaşım. İşin kötüsü ne zaman yemek sofrasına otursak tekrar ediyor tespitlerini. Tabağınızdaki yemek değil, ideolojik bir aygıt haline geliyor. Birdenbire yemek yemenin anlamı öyle derinleşiyor ki yediğiniz her fasulyenin, her bir soya filizinin ne anlama geldiği üzerine kafa yormak durumunda kalıyorsunuz. Kasılıyorsunuz haliyle. Yemek yemek doğallığını kaybediyor. “Ya sen ne demeye sadece kırmızı eti bırakmışsın ki?” diye üstüme geliyor despot vejateryen arkadaşlarım. “Tavuk yemeyi, balık yemeyi de bırakmadıktan sonra?” Boş yere anlatmaya çalışıyorum, kırmızı et yemeyişimin hiçbir ideolojik ya da felsefî veya siyasî sebebi olmadığını. Sadece ve basitçe kırmızı eti sevmediğimi. Ne ısrarcı etoburlara yaranabiliyorum, ne kuralcı otoburlara.
30.12.2007