Kültürel ve toplumsal hayatımızı irdelerken, kadın-erkek giydiğimiz, sevdiğimiz ya da tam tersine hiç yüz vermediğimiz renklere yakından bakmalı.
Mesela pembenin hikâyesine. Ne erkeklerin ne kadınların kolay kolay giyebildikleri şu fazla hafife alınan renge. Geçenlerde sordum kendime: En son ne zaman giymişimdir acaba bu rengi? Aklıma ne bir an geldi, ne bir anı. Öylesine uzakta, adeta bir masal diyarında kalmış pembe. Halbuki bebek mağazalarında dolaşıyorum. Nasıl yoğun bir koşullanma kız bebeklere pembe giydirmek. Sağım solum pembe. Böyle başlıyoruz yola, sonra kesip atıveriyoruz canlı renkleri kıyafetlerimizden. Şimdi bakıyorum da benim de pek çok tanıdığım kadının da neredeyse bütün kıyafetlerimiz koyu renk. Siyahlar, griler, kahverengiler. En renkli kıyafetimiz haki yeşili olsa gerek. Nasıl oluyor da habire pembe giydirilen kız bebeklerden-çocuklardan habire koyu renk giyinen kadınlara dönüşüveriyoruz? Aradaki yolculuk bireysel olduğu kadar kültürel.
Siyah Süt’ün sayfalarından fırlayıveriyor Saten Şehvet Hanım, dikiliyor karşıma. “Bak yeni sene geldi. Her yeni sene yeni bir imkândır. 2008’de hep pembe giyerek dengeleyebilirsin renkler konusundaki muhafazakârlığını. Aralarda fıstık yeşili ya da yavruağzı da katabilirsin repertuarına.” Yapabilirim. Ama yapamıyorum kolay kolay. Renklere bakışım ve bakışımız öylesine şekillendirilmiş, öylesine şartlanmış ki! Nedir bize “pembenin erkek adama yakışmadığını” düşündürten, kültürel bir kodlanmadan başka? Nedir bana cart pembe bir bluz giymeyi böylesine öteleten?
“Çok yazık. Nasıl korkuyorsun kadınlığından,” diyor Saten Şehvet Hanım sigarasından bir nefes çekerek. “Gazetelerdeki tüm fotoğraflarında kasıyorsun kendini. Surat bir karış, eller kavuşturulmuş, hep uzaklara bakıyorsun. Dalmış gitmiş derin yazar pozu. İyi ama niye? Ne gerek var? Canlı rujlar sürsen, dişlerini göstere göstere kocaman gülsen objektiflere, çiçekli frapan elbiseler giysen ne olur sanki? Yazarlığına zeval mi gelir? Daha mı az edebiyatçı olursun? Kitaplarının kalitesi mi düşer? Kadınsı görünmekten ödün patlıyor. Söylesene sen bedeninden niye bu kadar korkuyorsun?”
Nutkum tutuluyor. Ter basıyor. Söyleyecek laf bulamıyorum. “Ya terlersin tabii! Ne o öyle kat kat? Bayan Soğan sen ne zaman şöyle tiril tiril bir elbise içinde kadınlığıyla barışık yazar pozu vermeyi başaracaksın?” diyor. “Bak gene kat kat giyinmişsin. Bu da entelektüel tesettür olsa gerek,” diyor.
Haklı olabilir mi? Belki de gerçekten Soğan Kadın yaptım kendimi. Düşünmeden. Fark etmeden. Entelektüel tesettüre girdim bunca zaman. Haklı benimle dalga geçmekte. Bilmiyor ki bedenleriyle son derece uyumlu olan kadınlara hayranlık duyuyorum gizliden gizliye. Ama Saten Şehvet Hanım’ın bilmediği bir şey daha var: Bendeki bu durum salt bireysel bir arıza değil. Bu memlekette kamusal alana çıkan ve bedeniyle değil, beyniyle tanınmak, beyniyle algılanmak, beyniyle kabul görmek isteyen bir kadının kadınsılığıyla barışık kalması o kadar kolay değil. İster yazar olsun ister bankacı, akademisyen, doktor, sekreter ya da tezgâhtar... Ataerkil yapılarda kadınlar kamusal alana adım attıkları andan itibaren “zırhlanıyorlar”. Rahat etmek için, tacize uğramamak için ya da saygı görmek için. Başı örtülü kadın da başı açık kadın da aslında gayet benzer şekilde kendini kâh koyu renklerle kâh belli bir tarz giyinerek zırhlandırmaya çalışıyor. Bu memlekette farklı kesimlerden kadınlar benzer şekilde zorlanabiliyor “pembe” giymekte. İnanmazsanız bir de sokağa çıkıp şöyle bir bakın kalabalıklarımıza hakim olan renklere. Bir de mümkünse İspanya’da Madrid’de sokaklarda çekilmiş bir fotoğrafı karşınıza alıp oradaki kadınların gündelik yaşam renklerine bakın. O zaman netleşir belki ister “liberal” olalım ister “muhafazakâr” bizlerin kıyafette renk konusunda daima muhafazakâr olduğumuz.
E-mailler, mektuplar alıyorum kadın okurlardan. “Ben de canlı renkleri giymekte, taşımakta zorlanıyorum, itiraf etmeliyim. Zaten ben giysem bile etrafım ayıplar,” diyen kadınlardan. Bunlar bambaşka kesimlerden gelen kadınlar halbuki. Ama yorumlar aynı. Hani bir türban tartışmasıdır gidiyor, hep bunu konuşuyoruz ister istemez. Oysa gündelik hayatımızın içine sızan bu tür kültürel ayrıntıları, hepimizin paylaştığı toplumsal kodları konuşmak daha zor belki de.
20.01.2008