Öylesine şekilci tartışmalara kapıldık ki gene memleketçe, din-felsefe-sanat ve edebiyat üzerine daha öze inen soru ve meseleleri konuşmaya fırsat kalmıyor. Oysa mesela bugünlerde Batı dünyası “bilim ve din” arasındaki ilişkiyi tartışmakta.
Hem yeni sayılabilecek, hem de hayli tanıdık bir soru dolaşımda: “İslamiyet’in bilimle ilişkisi nedir?” Bu ikilemli soruya “eski” dememin sebebi, 19. yüzyıldan beri bunun belli aralıklarla hep gündeme gelmiş olması. Bir tarafta Ernest Renan gibi tamamen negatif bir tavır sergileyen düşünürler var. Özetlemek gerekirse, Ernest Renan’a göre, İslam ve bilim örtüşmez, örtüşemez. Arap toplumları bilimin gelişimine hemen hemen hiçbir katkıda bulunmamıştır. Hata İslam’ın katı yorumları yüzyıllar boyunca bilimin ve bilimsel düşüncenin önünde duvar olmuştur diyecek kadar ileri götürür işi. Renan ve onun gibi düşünenler hep vardı, belki de hep olacak. Ama bir yandan da içinde yaşadığımız yüzyıl bazı eski kabulleri incelemeye almakta: “Medeniyet, demokrasi ve ilerleme anlamında her şey sanıldığı gibi Eski Yunan’da mı başladı? İslami kültür antik medeniyet ile Ortaçağ arasında zannedildiği gibi zorunlu bu ara aşama, geçiş dönemi miydi? Peki ya Ortaçağ... Hakikaten o kadar karanlık ve geri miydi? Yoksa tüm bunları biz yüzyıllar sonra geriye bakıp kendi çağdaş önyargılarımızla okuya okuya mı böyle yorumladık?” Hem eski hem de eskimeyen bu sorulara yeniden ve yakından bakmak, “Doğu” ile “Batı” algılarımızı temelden sarsabilir. Ne Batı tek çizgisel bir ilerleme, ne Doğu yekpare bir durağanlık sergiler o zaman.
Öte yandan “bilim ve İslam” sorusuna kısmen “yeni” dememin sebebi Muzaffer İkbal adında Kanadalı Müslüman bir akademisyenin yakınlarda piyasaya çıkan bir kitabının hayli ses getirmiş olması. Kitabın çürütmek istediği tezlerden biri, Ernest Renan’ın da paylaştığı, “Arapların bilimin gelişimine katkıda bulunmadıkları, zaten dinlerinden ötürü bulunamayacakları” tezi. İkbal’e göre 8. yüzyılda Müslüman bilim adamları Yunanlı düşünürlerin tezlerini ampirik bir bakış açısıyla test etmekte, aklın sınavına tabi tutmakta ve geliştirmekteydi. Bunu ispatlayan tarihsel belge, yazışma ve bulgular kitapta uzun uzun ele alnıyor. Oradan başlamak üzere modern çağa kadar adım adım ilerleyerek Kur’an-ı Kerim’in ve genelde İslam tarihi boyunca çıkan düşünür ve filozofların dine bakışını pozitif bir noktadan yeniden yorumluyor İkbal. Bütün bunların Batı’da bilinmediğinden dert yanıyor. Halbuki bütün bunlar Doğu’da da bilinmiyor. Keza Ortadoğuda’da. Az sayıda insanın ilgisini çekiyor geçmişteki bilimsel ve entellektüel ilerlemeler. Onun dışında varsa yoksa gündelik politikalar kaplıyor gündemi. Üstelik bunu çıkıp açıkça ifade etmeseler de Doğu toplumlarının “özleri gereği” bilimsellikten ve akılcılıktan tamamen uzak olduklarına inanan “gayri Batılılar”ın sayısı da az değil.
Bununla beraber, eğer din-sanat ve bilim ilişkisini hakikaten anlamak istiyorsak, eleştirel bir bakış açısıyla çuvaldızı kendimize batırarak sormamız gereken nice soru da var. Eğer Halife Harun Reşit döneminde İslam dünyası kültür, sanat ve bilim açısından, kendisinden çok daha önce yola çıkmış olan Kral Şarlman’ın dünyasından daha dinamik, üretken ve yaratıcı ise oradan buraya nerelerde kapandı kapılar, nerelerde yaratıcılığını yitirdi kültürler? Farabi vaktiyle ilimlerin sınıflandırmasını yapmıştı ince ince. Dil ilimleriyle başlamak üzere. Sözdizimi, gramer, telaffuz ve şiir de bu listenin parçasıydı, yıldızlar-bitkiler-madenler-tabiat ilimleri de. Bir kültürün ve toplumun ilerletebilmesi için tüm bu sahalarda çalışmak, düşünmek, yazmak ve okumak gerekliliğine inanıyordu. Bunca yüzyıl sonra o listede yer alan kaç maddeden sınıfı geçtik dersiniz?
03.02.2008