Gemiler geçer hayallerimizden, en saklı en masum düşlerimizin tam orta yerinden. Nereye gittiklerini bilmeyiz. Nereden geldiklerini de. İstemeyiz de üstelik bilmeyi. Hareket ve seyahat halinde olsunlar, kâfidir. İlelebed seyrüseferde olmaya and içmiştir adeta hayallerimizdeki gemiler.
Daima tam gaz, pupa yelken, öylesine kayarcasına ufuk çizgisinde. Çocukken kâğıttan zannederiz bütün gemileri. Bütün kâğıt gemileri suda yüzdürebileceğimizi sanacak kadar kendimizi hayatın merkezi, hayatı da bir masal diyarı sandığımız o günler... Masumiyetimizin turnusol kâğıdıdır gemiler.
Cuma günü SABAH gazetesinin ön sayfasında uzun zaman akıldan çıkmayacak bir resim vardı. Battaniyeler, yer yatakları, umutsuzluk, parasızlık, tüpte kaynayan çay demliği, dizili çay bardakları, elle tutulur bir yoksulluk, sıkışmışlık ve bekleyiş hali. Tüm bunlar arasına sıkışmış bedenler. Genç erkekler. Köşede bir televizyon. Ekrandan yansıyan parıltılı hayatlar ile bu dizileri izleyenlerin koşulları arasında kapanmaz bir gedik... Gene de izliyorlar televizyonu. Gene de bir çıkış kapısı, tatlı bir illüzyon sunuyor ekrandaki hayatlar. Yalan olduğunu bile bile. Ulaşılmaz olduğunu bile bile. Yiyecek yemeği bulmakta zorlananlar, köşklerde yalılarda kalanların aşk ve ihtiras dolu hikâyelerini izliyorlar akşamları. Sabah erkenden iş zamanı. Kollar, bedenler yorgun çalışmaktan. Ama durmaya zaman yok. İmkân yok. Karın tokluğuna çalışılacak. İlk bakışta Türkiye’ye sığınan mültecilerin resmi zannedebilirsiniz. Yersiz yurtsuz gencecik Iraklı ya da Afgan mülteciler zannıyla bakabilirsiniz. O yüzden zaten ikaz gibi bir ibare var resmin kenarında: Esir kampı değil, Tuzla diye. Mülteci değil, tersane işçileri fotoğraftakiler. Bizim işçilerimiz. Memleketlimiz. “Ölüm Tersaneleri” başlığıyla verilmiş fotoğraf. Sadık Güleç’in hazırladığı haber son derece çarpıcı, düşündürücü, hazin. Türban tartışmaları arasında kaç kişinin dikkatini çekti bilmem.
7 yılda 44 son 7 ayda 14 kişi ölmüş tersanelerde. İşçiler içler acısı koşullarda barınıyor, yaşıyor, çalışıyor. Tuzla’da aylık kirası 700 YTL’yi bulan en fazla 20 metrekarelik odalarda kalıyorlar. Bazen 20 bazen 30 kişi, aynı havayı soluyarak. Ranzalar, yer yatakları, yan yana, üst üste. İş kazaları rutin olmuş artık. Kaza geçirmeyen yok gibi. Bu şartlar altında değil para biriktirmek, memlekete para göndermek, günden güne hayatta kalmak bir mucize. Hayata tutunmak lazım gene de.
İşçilerden birinin söylediği sözler çıkmıyor zihnimden. Hele birkaç cümle var ki Gabriel Garcia Marquez’in kaleminden çıkma bir hikâyeden ya da romandan alınmış gibi. Batman’dan kalkmış gelmiş bir tersane işçisi, tam olarak nereye ya da niye geldiğini bilmeden. Batman nerde, Tuzla nerde. O anlatıyor. Diyor ki: “Marangozdum, gemileri tahtadan sandım geldim.” Ve ekliyor yarı mahcup: “Meğer demirdenmiş.”
Dünyanın en pahalı ya da fiyakalı yatlarının üretildiği yerler tersaneler. Bu yatların bir dili olsa, anlatsalar hikâyelerini. Nasıl üretildiler, ne şartlarda söyleseler. Sonra nasıl fahiş fiyatlara satıldılar, üst sınıflara, bambaşka hayat tarzlarına. Ve nasıl tatillere çıktılar maviliklerde, köpüklü sularda, özgürlük ve umut ve gençlik simgeleyerek görenlerin gözlerinde. Yaratılış hikâyeleri ile sonraki hayatları arasındaki tezadı anlatsalar keşke. Çünkü yitik masumiyetlerin göstergesidir hayallerimizdeki aydınlık gemiler. Çocukken kâğıttan zannederiz onları ya da tahtadan sanırız, ne gam. Hayat gibi kandırırlar onlar da. Ancak dokununca anlarız. Ne kâğıt, ne tahta, demirdenmiş mayaları meğer.
10.02.2008