Bundan birkaç hafta evvel bir günümü Hürriyet Gazetesi’nin kadınlar için kurduğu Acil Yardım Hattı’nın merkezinde geçirdim. Oradaki uzman psikolog ve gönüllü arkadaşlarla tanışmak, hattın nasıl çalıştığını onlardan dinlemek, gönüllülerin özverilerini ve şefkatlerini izlemek ama en önemlisi gelen telefonlara tanık olmak bende derin izler bıraktı. Bazen öyle oluyor ki saatlerce telefon gelmeyebiliyor. Derken üst üste geliyor telefonlar, İstanbul’un ve yurdun dört bir yanından.
Merkezde çalışanlar tamamen gönüllü ve hemcinslerine yardım etmek isteyen kadınlar. Onlar dayak yiyen, şiddet gören, gidecek yeri olmayan kadınlara yol göstermek istiyorlar. En azından bu tür çaresiz durumlara düşenlerin yalnız olmadıklarını bilmelerini istiyorlar. Gönüllüler burada çalışmaya başlamadan evvel muhakkak bir eğitimden geçiyorlar. Telefonlarda nasıl konuşmaları gerektiğinden tutun, gerektiğinde güvenlik ve tıp uzmanlarıyla nasıl çalışacaklarına kadar pek çok ayrıntıyı bu eğitimde öğreniyorlar. Merkeze vardığımda daha evvel nöbetçi olan gönüllülerin ve uzmanların aldıkları notlara bakıyorum. Arayan kadınlar bazen bir şeyi merak edip kapatıyorlar: Hakikaten böyle bir merkez var mı? Sahiden dayak yiyen kadınlara tavsiye veren, yol gösteren, gerektiğinde kalacak yer bulan bir kurum var mı Türkiye’de? Olabilir mi? Adeta bu fikri test etmek için arıyor bazıları. Bunlardan önemli bir kısmı uzun zamandır kocalarından dayak yiyen ve kendilerini çaresiz hisseden-zanneden kadınlar. Tekrar aradıklarında anlatıyorlar hikâyelerini, açıyorlar içlerini.
“Kadıköy’de bir telefon kulübesinden arıyorum. Gidecek yerim, kimsem yok. Ortadayım.” diyor telefonun ucundaki genç kadın. “Kocam beni dövüyor. Herkes dişini sık diyor. Komşularım, akrabalarım, hatta kendi annem bile. Dişini sık. Geçer, geçer. Ama geçmiyor. Daha da beter. Onun için aradım sizi. Belki siz başka bir şey dersiniz.”
Uzmanlar belli sorular yöneltiyorlar arayanlara. Bu sorular karşıdakini anlamaya yönelik. Tabii aynı zamanda anlattıklarının doğruluğunu ve tutarlılığını tespit etmeye. Genellikle doğru çıkıyor zaten. Yanımdaki genç gönüllü diyor ki: “Bazen yalan söyleyenler de çıkıyor tabii. Ama onlarda bile sakladıkları bir hikâye oluyor. O kadar çok dayak yiyen kadın var ki, bu görevi yapmaya başlamadan evvel bilmiyordum. Hani hep konuşuruz, dayak var diye bahsederiz ama ne boyutta olduğunu kimse bilmiyor.”
Gönüllüye kendisini en çok şaşırtan hadiseleri soruyorum. “Bilhassa bir tanesi diyor. Bir akademisyenin eşi aradı. Son derece kültürlü bir kadın, kelimeleri tane tane seçerek konuşuyor, müthiş bir birikim. Sır verir gibi dayak yediğini anlattı. Hem de dışarıdan bakınca herkesin örnek insan, aydın erkek bildiği kocasından. Bunun gibi örnekler var. Sadece yoksul ya da çaresiz kadınlar aramıyor bizi. Her türlü eğitim ve gelir seviyesinden kadın dayak yiyor bu ülkede.”
“En kötüsü ne biliyor musunuz?” diyor uzman psikolog. Anlatıyor. En kötüsü dayağı içselleştirmemiz. Küçümsememiz. Basitleştirmemiz. Sıradan bir hadise gibi kabullenmemiz. “Aile içi mesele” sayıp bunun toplumsal ve bireysel bakımdan nasıl derin yaralar açtığını görmeyişimiz. “Ne var bunda büyütecek, nasıl olsa herkes dövüyor ya da herkes en azından birkaç kez karısına el kaldırmıştır.” gibi bahanelere sığınmamız. En kötüsü bu konuyu hiçbir zaman dürüstçe konuşamayışımız. Saklamalarımız. Saklanmalarımız. En kötüsü, dayak atan erkeklerin yaptıklarına devamlı bir mazeret bulmaları. Özeleştiriden kaçmaları. En kötüsü dayak yiyen kadınların dengelerinin bozulması. Onların da kendi çocuklarını dövmeye başlaması. Ve böylece evde daima kavgayla ve dayak yiye yiye büyüyen çocukların ileride evlendiklerinde bu sefer de kendi karılarını dövmesi. En kötüsü dayağın bir zincir halinde kuşaklar boyu uzayıp gitmesi.
Hürriyet Gazetesi’nin Acil Yardım Hattı’na gelen telefon konuşmalarınden belki bir kitap yapılır ileride. O zaman daha iyi anlarız bu meselenin açtığı yaraları, derinliğini...
02.03.2008