Amerikan dizilerinde dindarlaşmak nasıl anlatılıyor?
Son zamanlarda Amerikan film ve dizilerinde “Müslüman terörist” ve “sonradan Müslüman olan Amerikalı genç adam” tiplemeleri sıklıkla işlenir oldu. Geçenlerde televizyonda gene bir dizi. New York’ta bir intihar bombacısını yakalamaya çalışıyor dedektifler.
Genç adam arayış içinde olan ve sonradan Müslüman olmaya karar veren bir Amerikalı olarak tanıtılıyor seyirciye. Dindarlaştıkça siyasallaşan biri. Dizinin senaristi her ne kadar “Kur’an şiddeti tasvip etmiyor” gibi cümleler serpiştirerek aralara bu adamın içindeki şiddet eğilimini tüm Müslümanlara yaymamaya özen gösterse de, seyircinin bilinçaltında gene bir özdeşleşme yaşanıyor. Diziyi izleyenler, Müslüman olduktan sonra şiddete eğilim duyan birini görüyor karşısında. Ve bir cümle durmadan tekrarlanıyor dizi boyunca: “dindarlaştıkça radikalleşti” deniyor sürekli.
Dindarlaşmak illa da siyasallaşmak ve radikalleşmek anlamına mı geliyor? Gündelik hayatta son derece rahat kullanılan, dizilerde filmlerde sık sık karşımıza çıkan bu özdeşleşme belki de yanıltıcı bir genelleme barındırıyor özünde. Zira din yekpare, tek renkli ya da durağan bir blok değil. Din insanlarla beraber şekil ve soluk alan, onlara yön verdiği kadar onlar tarafından da farklı farklı yorumlanabilen ya da yaşanabilen bir öğretiler bütünü, inanç sistematiği. Bir başka ifadeyle dinin -yani her dinin- farklı farklı algılanma ve yaşanma biçimleri var. Herkes kabı kadar alabiliyor inanç denilen derya deniz sudan. Herkes alabildiği kadarını doldurabiliyor içine. Kiminin gönlü bardak kadar, kimininki kova kadar geniş, kimininki kocaman bir fıçı. İçine girdikçe inanç denizinin herkes kabı kadarını doldurabiliyor. Öyleyse “dindarlaşma” diye tek ve sabit bir kavramdan bahsetmek mümkün değil.
Diyelim birisi tasavvuf aracılığıyla dinle tanışıyor ve bu yolda ilerleyerek dindarlaşıyor. Dindarlaştıkça evvela ve daima kendi nefsini terbiye ediyor. Bu insan muhtemelen dindarlaşma sürecini çok daha içe dönük bir şekilde yaşayacaktır. Kendi eksikliklerini, hamlıklarını bulup tamir ede ede. Korkuyu ya da korkutmayı değil, aşkı ve muhabbeti temel alarak. Bu da bir dindarlaşma modelidir ama Yunus’un modeli, Mevlânâ’nın modeli. Filmlerde anlatılanla ilgisi alakası olamayan bir başka yol. Çok daha içsel, barışçıl, uyumlu, aşk ve muhabbet dolu bir başka patika.
Öte yandan bu kişiden çok daha az “dindar” olan ve dini çok daha yüzeysel algılayan biri çok daha tahammülsüz ve katı fikirli olabilir. Okuduğu birkaç kitap ya da duyduğu birkaç lafın etkisinde kalan bir genç mesela, kendini çok daha dindar zanneder ama kafasındaki dindarlığı hep başkalarını ötelemek, insanları ayrıştırmak ve dışlamak için kullanıyor olabilir. Aslında diğer örnekteki mutasavvıftan daha mı dindardır? Hayır. Dini daha mı iyi bilmektedir aşkı temel alan mutasavvıftan? Hayır.
Ya da bir ev hanımı düşünün. Seneler boyunca eviyle, ailesiyle ve belki daha maddi dertlerle ilgilenir. Huzursuz bir ruhtur belki. Çocuklarını didikler, kocasıyla arası buz. Bir zaman gelir ki bu kadın din ve inanç üzerine düşünmeye başlar. Dışarıdan bakınca “dindarlaşır” diyelim. Ve kendi nefsini terbiye ettikçe daha huzurlu, daha dingin bir insan olur. Yani dindarlığını çok daha “içe dönük bir yolculuk” olarak algılayan ve yaşayan o kadar çok kadın var ki bu memlekette.
Bu durumda nasıl olur da “dindarlaşmanın” insanları otomatik olarak radikalleştirdiği ya da katılaştırdığı iddia edilebilir? Elbette içinde yaşadığımız çağda “dinin siyasallaşması” gibi bir olgu olduğunu inkar edemeyiz. Ama bu illa da “dindarlık” ile “kişinin siyasallaşması” arasında doğrudan bir ilişki kurulabileceği anlamına gelmez. Bu dilsel özdeşleşmeye dikkat etmeliyiz ki yanıltıcı genellemeler yapılmasın... Filmlerde, dizilerde atlanan nokta burada.
16.03.2008