Sizi yazıp yazmamayı çok düşündüm. Varlığınızı ifşa etmeye ne derece hakkım olduğunu sordum kendime. “Sakla” dedi bir yanım. “Kendine sakla. Sen bil yeter. Bil ve hatırla.
Hem zaten anlattıklarına inanacakları ne malum hudut boylarını böylesine içselleştirmiş olanların...?” Eğer bu yazıyı kaleme almayı kotarabildiysem en nihayetinde, kendi kendimi anlatma hakkını haiz olduğum hususunda ikna edebildiğimden değil, daha ziyade, varlığınızı başkalarının da bilmesi gerektiğine olan inancım ağır bastığından...
İmza Günleri’ni sevmemin esas sebebi bunların romanların peş peşe mekanik bir tempoyla sıralandığı, isimlerin suretsiz karalandığı birer “imza” günü değil, tam aksine, “hikaye” günleri olarak geçmesi her seferinde. İmza günlerinde biriken imzalar değil, “sırlar”... sırlarıyla gelen okurların dilinde. Gördüğüm hemen her okur anlatacak bir hikayesi olduğundan orada, nice sır dökülüyor masama. Ve görüyorum ki aslolan benim o hikaye hakkında ne düşündüğüm değil, benim yorumum değil. Aslolan sadece ve sadece o sırrın anlatılmış aktarılmış akmış olması, dile getirilen hikayeyi tetikleyen hikayenin ardındaki sese. Edebiyat çok kapılı bir dehliz, cevabını umursamayan bir bilmece. Suya salarsın kelimelerini, bilmediğin dönemeçlerde tahayyül dahi edemediğin gözlerce görülür sevilir bilinirler, sen kendi gafletinde debelenip bunlardan hiç haberdar olmasan bile.
Gene bir imza günü. Bir hikaye günü. Mekân Ankara. Karşımda genç bir çift. Tutuşmuşlar el ele. Aşk bir kimya. Onlar konuşmasalar, muştulamasalar, hatta saklamaya çalışsalar dahi biz, ben ve kuyruktakiler, biz biliyoruz ki onlar aşıklar birbirlerine. Öylesine tuhaf bir haleyle çevrili varlıkları. Görüyor ama ulaşamıyoruz çeperlerine. Sıra onlara geldiğinde erkek konuşuyor ilkin. “Ben”, diyor “baştan söyleyeyim. Sol görüşlüyüm. Beslendiğim damar bu literatür. Durduğum nokta budur. Bu memlekette yaşayıp da değil apolitik olmayı, solcu olmamayı dahi tahayyül edemiyorum.” Ben dinliyorum. Kız arkadaşı dinliyor. Kuyruktakiler duymuyor. Kelimelerin boğulduğu bir nokta var sanki. Orada susup hani neredeyse mahcup tebessüm ediyor. O zaman yanındaki kadına, sevdiğine çeviriyorum yüzümü. Sevgilisinin başı örtülü. Türbanlı bir genç kız. O da neredeyse fısıldayarak ama sesinde muzip bir tonlamayla dönüyor bana. “Ben,” diyor “solcu filan değilim. Hiç de düşünmüyorum olmayı.” Ve gülüyorlar. Gülümsemek dahi değil, neredeyse kahkahayla gülüyorlar. Sanki sadece kendilerinin bildiği bir coşkuya eşlik ederek, sadece kendilerinin duyduğu bir ironiye dudak bükerek, ruhlarını koyvererek, aşklarını salıvererek, hudutları çiğneyerek, alay edercesine değil taşkınca gülüyorlar. Kuyruktakiler huzursuzlanıyor. Kimse bilmiyor neye ve nasıl olup da böylesine derinden güldüklerini. Anlayamadıklarımızdan korkarız içten içe. Kuyrukta bekleyenler onlardan ürküyor mu bilmiyorum. Öylesine tuhaf bir kimyası var ki aşklarının, el ele tutuşmuşluklarının, uyumsuz uyumlarının söyleyecek kelime bulamıyorum. Ben de mi tedirginim bu alışkın olmadığım bileşkeden? Derken erkek devam ediyor söze. “Ben” yerine “biz” diyor bu sefer. “Biz sizin romanlarınızda buluştuk.”
Roman dediğin çok kapılı bir diyar. Sen bir kapıdan girip bir güzergah izlersin, seninle aynı anda o metni okumaya başlayan, bir de bakmışsın ki bambaşka bir kapıdan çıkıvermiş bambaşka bir seyrüsefer izleyerek. Roman okurken zaman parçalarına ayrılır, ne yöne akacağını karıştırır. Aynı romanı farklı katmanlardan okumak, farklı kapılardan tavaf ve talan etmek de mümkün. “Hermeneutics”, “yorumbilim” ya da sadece “okumak” denilen o muazzam gelenek, her metnin birden fazla yoruma açık olduğunu, olabileceğini inatla söyleyen, asırlar devrildikçe modernitenin de içine sızan, dönüşen, değişen ama mistik, dinsel, felsefi içeriğini de nasıl olduysa yitirmeyen, sentezleriyle ceng halinde, ceng haliyle alabildiğine uyumlu o kudretli kadim gelenek...
Sizi yazıp yazmamayı çok düşündüm. Türbanlı ve solcu iki üniversite öğrencisi. Birinizi, hiç fark etmez hanginizi, bugün bir yarınızı dün başka bir yarınızı kapısından geçirmeyen, kapısında eleyen bir üniversite sistemi içinde var olmaya okumaya solumaya çalışırken, biriniz takıldığında kapıda, hudut boylarında beriki ne yapmalı, beriki nasıl olur da tuttuğu eli bırakır... bırakır mı... bırakmamalı...
06.06.2004