“Gezmeyi seven bir toplumuz,” dedi geçenlerde televizyonda bir konuşmacı. Hakikaten öyle miyiz? Gezmeye gitmekten söz etmiyorum. Gezilere katılmaktan, seyahat etmekten, başka şehirlere kültürlere ülkelere uzanmaktan söz ediyorum. Böyle sorunca meseleyi, hem böylesine göçebe bir kültürden gelmemiz hem de bu kadar az seyahat ediyor olmamız ilginç bir çelişki değil mi?
Meseleye gezi kitapları açısından bakalım. Son derece dinamik, katmanlı, çok sesli bir kitap ve dergi dünyamız var. Yayınevlerinin, basılan kitap sayısının ve çeşidinin, tabii bir de yeni şair ve yazarların çoğalması bu ortamı sürekli canlı tutuyor. Ancak biraz daha yakından baktığımızda bu ortama, bazı kitap türlerinin bazıları kadar ilgi görmediğini ya da aynı yoğunlukla yazılamadığını tespit edebiliyoruz. Mesela biyografi ve otobiyografi türleri, son yıllarda ciddi bir artış göstermekle beraber, halen bebeklik aşamasında. Ve bir de seyahatnameler. Bugünün ifadesiyle nam-ı diğer gezi kitapları. Bizde ne kadar az gezi kitabı yayınlanıyor farkında mısınız?
Batılıların zihnindeki Türk imajının olumsuzluklarına dikkat çekerken “kendimizi ne kadar tanıyor, nasıl anlatıyoruz Batılılara?” sorusunu zaman zaman sorarız. Ancak diyalog dediğin iki yönlü olur, en az iki aktörlü. Peki biz Batı’yı ne kadar tanıyoruz? Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren Avrupa devletleri İstanbul’a muhtelif zamanlarda elçiler gönderdikleri halde Osmanlı Devleti, sadece lüzumu halinde öteki devletlere elçiler gönderirdi. Sürekli elçilik kurma geleneğinin yerleşmesi ancak 19. yüzyıl başlarını buldu.
Bir tarihsel şahsiyet için söylenebilecek en güzel sözlerden birini Ahmet Hamdi Tanpınar söylemiştir: “Bakmasını, görmesini ve göstermesini bilen nadir yaratılışlardan...” der. Osmanlı döneminin meşhur Paris elçisi Yirmisekiz Mehmet Çelebi içindir bu anlamlı sözler. Gene Tanpınar’dan okuyalım. “Çelebi Mehmed Efendi, 1721’de gittiği Paris’i Evliya Çelebi’nin Vaiyana’yı seyrettiği gibi Kanuni asrının şanlı hatıraları arasından ve bir serhad mücahidinin mağrur gözü ile görmez. O, 18. asır Paris’ine Karlofça’nın ve Pasarofça’nın milli şuurda açtığı hazin gediklerden ve devlet işlerinde pişmiş zeki bir memur tecrübesiyle bakar.” Ancak Tanpınar gibi birisi kullanabilir böylesine çarpıcı tespitleri ve az lafla çok şey anlatan betimlemeleri. Ve ancak Yirmisekiz Mehmed Çelebi gibi başarılı bir devlet ve diplomasi adamı başarıyla ve titizlikle anlatabilir iki sene boyunca Paris’te edindiği tecrübeleri, yaptığı gözlemleri. Onun aldığı notlar sadece siyaset ve gündelik yaşamdan ibaret değildi. Gündelik yaşamı ören sosyolojik ayrıntıların yanı sıra, kültür, doğa ve sanata ilgisi derindi. Kendisine refakat eden Fransız subay daha sonra şöyle yazacaktı kendi anılarında: “Sefir hazretleri çiçek ekimi ve bahçelerle yakından ilgiliydi...”
Osmanlı’nın ünlü sefiri Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin botanikten (son derece iyi bir lale yetiştiricisiydi mesela) astronomiye, fizikten sanata pek çok dala ilgisi vardı. Bu alanlardaki birikimi tanıştığı insanlarda iz bırakırdı. Çok yönlü bir entelektüeldi aynı zamanda. Dakikliği ve titizliği takdir edilirdi. Ve oldukça iyi bir gözlemciydi. Bu birikim ve dikkat sayesindedir ki nehir gemileriyle Güney Fransa’ya gidip Batı toplumlarında ivme kazanan sanayileşmeyle ilgili araştırmalar yapabildi. Hem Batı toplumunu ve kültürünü analiz etti, hem de Osmanlı kültür yapısının daha iyi ve önyargısız anlaşılabilmesi için bir köprü oldu.
Bugünün diplomat ya da siyasetçilerinin, kültür ve sanat elçilerinin Yirmisekiz Mehmed Çelebi’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a uzanan kültür ve bilgi birikiminden öğrenecek çok şeyleri yok mu? Eğer buna olumlu bir cevap verebiliyorsak, sadece bedenen değil, zihnen ve kalben de daha çok seyahat etmeliyiz belki de. Hem mekânda hem zamanda yolculuk... Daha çok okuyarak, dinleyerek, bakarak, görerek ve önyargıların düğümlendiği yerleri göstererek... Zihinsel kalıplar ve hudutlar ötesine geçerek...
13.04.2008