Hollanda gelişmiş sivil toplum yapısı, köklü demokrasisi, yüzyıllardır temel hak ve özgürlüklere verdiği kıymetle olduğu kadar, son dönemlerde yaşadığı derin çelişkiler ve kimlik-din tartışmalarıyla da bugün dünya üzerinde son derece önem kazanmış bir ülke.
Küçük ve özel, göründüğünden karmaşık ve kültürel-toplumsal çelişkilere gebe. Burada iki edebiyat etkinliğine katılıyorum, birer gün arayla. İlk akşam Uluslararası Edebiyat Festivali nin açılış konuşmasını yapma görevi düşüyor bana. Programın bir bölümü büyükçe bir kilisede düzenlenmiş. (Bahçesinde Spinoza gömülüymüş bu kilisenin. Spinoza felsefesi yeniden revaçtaymış. Tractatus en çok okunan kitaplar arasında.) Festival komitesinden bir sanatçı gülerek, "Bizde artık kimsenin kiliseye gittiği yok neredeyse. Gençlerde dine pek ilgi yok zaten. Artık kiliseler ibadet için değil, edebi ve sanatsal etkinlikler için kullanılıyor." diyor.
Sahnedeki yerimi aldığımda bakıyorum içerisi tıklım tıklım kalabalık. Seyircilerin önemli bir bölümü her yaştan, her meslekten Hollandalılardan oluşuyor. Genellikle eğitim düzeyi yüksek, edebiyata ve sanata yakın ilgi gösteren bir kesim bu. Seyircilerin bir başka önemli bölümü de Türklerden oluşuyor. Son derece heterojen bir kesim. Aralarında Türk büyükelçiliğimizden gelenler de var, gazeteciler-akademisyenler de, öğrenciler de, işçi kökenli aileler de. Onların yanı sıra epeyce Faslı, Pakistanlı ve Hintli var salonda. Güzel geçiyor program, dolu dolu. Kilisede Mevlânâ konuşuluyor uzun uzun. Ertesi akşam Hollanda edebiyatının piri kabul edilen Harry Mulish ile ortak bir etkinlik var. Orada da gene her kesimden, her meslekten edebiyatsever dolduruyor salonu. Bu arada festivalin direktörlerinden biri aklımı kurcalayacak bir soru yöneltiyor bana:
"Hollanda da yaşayan Faslılar kendi edebiyat ve sanatlarını yaratmayı başardılar. Öyle ki artık Hollanda edebiyatında Faslı yazarlardan söz ediliyor ciddi ciddi. Ancak dikkatimi çekiyor, benzer bir yaratım sürecine Türkler arasında rastlamıyoruz. Niçin buradaki Türkler edebiyata daha ilgisiz? Sizce niçin kendi edebi ya da sanatsal seslerini yaratmada Faslılardan daha geride duruyorlar?"
Aklımı kurcalıyor bu beklenmedik sual. Mesela Almanya da durumun böyle olmadığı aşikar. Oradaki Türkler sinemada, müzikte ve edebiyatta kendi seslerini geliştirdiler, özgün tarzlarını başarıyla ortaya koyarak büyük takdir topladılar. Ancak Avrupa nın başka yerlerinde durum farklı. Buralarda edebiyat etkinliklerini izlemeye gelen Türkler genellikle sonradan o ülkeye gidenler oluyor -eğitim ya da iş amaçlı buraya gelenler. Ama doğma büyüme "oralı" olanlar arasında, yani diyelim ki doğma büyüme Hollanda da, doğma büyüme Fransa da ya da Belçika da olan Türkler arasında edebiyata ve sanata ilgi, sonradan buralara gelen Türklere oranla da başka Müslüman azınlıklara oranla da az, çok daha az. Neden?
Oysa en çok da onların sesini duymaya ihtiyacımız var. En çok da ikinci-üçüncü, kimi yerde dördüncü kuşak göçmen onların seslerini dünyaya ve kendilerine duyurmaya ihtiyaçları var. Kendi hikâyelerini anlatmaları için edebiyattan, sinemadan, resimden daha âlâ bir yol olabilir mi? Ya da daha evrensel? Doğma büyüme Avrupa da yaşayan Türklerin yazacakları hikâyeler, üretecekleri edebiyat ya da müzik veya her türlü sanat eseri son derece önemli. Elzem. Yokluğu dikkat çekiyor. Yokluğu bizleri göçmen gruplar arasındaki sosyalleşme ve aile yapıları hakkında daha dikkatli düşünmeye sevk ediyor.
Bekliyoruz, buralardan çıkacak özgün sanatsal ve edebi sesleri.
29 Ocak 2008