Size de olmuyor mu? Hani zaman zaman? Belki tam da bugünlerde? İçinizden gazete okumamak, televizyona bakmamak, radyo dinlememek geçmiyor mu? Hiç olmazsa bir müddet? Bir an, bir gün, bir ay...
Takip etmemek gündemi. Bilmeyi istememek. "O ne demiş, bu ne yapmış, ne olmuş?" diye meraklanmamak. Karamsarlıktan değil, bıkkınlıktan belki bir nebze. Olmuyor mu sahi bıktığınız, bunaldığınız, yorulduğunuz süregiden tartışmalardan? Habire bir gerilim, bir heyecan, bir hezeyan. Şüphesiz ki renkli ve çok sesli bir ülkede yaşıyoruz. Birbirini tekrar etmiyor günler. Monotonluk yok bu toprakların mayasında. Şüphesiz ki yüklü bir tarihsel birikim, katmanlı ve zengin bir kültür, değişimlere açık bir dinamizm... Üstelik zor bir coğrafyada tek örnek demokrasi. Nice çelişkisiyle. Elbette konuşulacak, tartışılacak nice mesele. Ama gene de içinizden bir an için de olsa geçtiği olmuyor mu? Sahi biz milletçe niye bu kadar kırgın ve kızgın tartışıyoruz birbirimizle?
Hayatın hep önceden belirlenmiş bir rutini tekrarlamaktan ibaret kaldığı, herkesin herkesi tanıdığı, en büyük heyecan kaynağının okul müsamereleri olduğu sessiz, sakin ve steril mi steril Amerikan kasabaları vardır. Ya da standartların oturmuş, kuralların netleşmiş olduğu, ailelerin ve evlerin birbirinin tamamen kopyası gibi durduğu, her yeni gelen kuşağın bu ritme uyup büyüdüğü, düzenli ve yalıtılmış Avrupa banliyöleri... Böyle bir Batı kasabasında yaşamanın nasıl bir şey olduğunu merak ettiğiniz olmuyor mu? Hani biz ki Türkiye de daima çalkantılar, çelişkiler, iniş çıkışlarla yaşamaya alışmışız. Bir hafta, bir aylığına yer değiştirsek sakin-Batı-kasabası insanlarıyla, onlar mı daha çok zorlanır bu ritme ayak uydurmakta yoksa bizler mi daha çok zorlanırız steril ve sakin hayatlarda?
Yoruluyoruz. Kendi kendimizi yoruyoruz. Bir türban tartışmasıdır gidiyor şimdi. Çetin, kutuplaşmacı, kırıcı sözler telaffuz ediliyor ortada, siyaset ve medya meydanlarında. Kırılan daha çok kırıyor. Bir Öteki kaygısıdır gidiyor. Çünkü biz o hale getiriyoruz. Hep beraber. El birliğiyle. Nasıl hırpalıyoruz kendimizi, birbirimizi milletçe, memleketçe. Birbirimizden Ötekiler yaratıyoruz. Anlamadan dışlıyor, görmeden iteliyoruz. Habire ama habire farklılıklarımıza yoğunlaşıyoruz, zerre kadar ortak noktamız yokmuş gibi davranarak. Birbirimizi "bizden olanlar" ve "bizden olmayanlar" diye ikiye ayırıyoruz. Arada kalanlara ya da herhangi bir kutuba ait olmayı reddedenlere dinmeyen bir şüpheyle yaklaşıyoruz. Arafta kalanları anlayamıyor, araf hallerini de öteliyoruz.
Ne kadar kolay yaftalıyoruz birbirimizi. "Filancacılar" ve "falancacılar" diye ayıra ayıra. Zanlar, genellemeler, önyargılar ve yaftalarla yaşıyoruz. Sokaktaki adam da yapıyor bunu, entelektüeli yazarı gazetecisi siyasetçisi de. Hepimize sirayet etmiş adeta. Bilmeden konuşmakta, tanımadan damgalamakta, anlamadan anlatmakta beis görmüyoruz mesela. Kendi bakış açımızı sorgulamaya o kadar da alışkın olmadığımız için. İğneyi de çuvaldızı da hep ama hep başkalarına batıra batıra. Düşünmeden yargılamayı, kulaktan dolma bilgilerle şahıslara yahut temalara dair kanaatler geliştirmeyi nasıl da kolaycacık yapıyoruz? Tek bir kitabını dahi okumasak da bir yazar hakkında yorumlarda bulunabiliyor, tek bir filmini görmesek de bir yönetmene not verebiliyor ya da bir konudaki bilgi ve hoşgörü eksikliğimizi görmezden geliyorsak nasıl ki, gündemdeki meseleler hakkında da yargı cümleleriyle konuşabiliyoruz. İki ayrı Türkiye varmış gibi davranıyoruz.
Halbuki değişime ve dinamizme bu kadar açık bir ritmle bizler başka, bambaşka şeyler konuşabiliriz. Başka türlü olabilir sohbetlerimiz, başka bir enerji. Bu kadar germeden, gerilmeden, ötelemeden... Felsefede, sanatta, mimaride, edebiyatta... Dünya neler tartışıyor biz nelerle kendimizi ve vaktimizi ve sevgilerimizi hırpalıyoruz diye hayıflandığınız olmuyor mu? Size de olmuyor mu? Zaman zaman içinizden gazete okumamak, televizyona bakmamak, radyo dinlememek geçmiyor mu? Olmuyor mu bıktığınız, bunaldığınız süregiden tartışmalardan? Habire bir gerilim, bir heyecan, bir hezeyan.
05 Şubat 2008