Bizde yazar sevmek biraz takım tutmak gibidir. Okumaya giderek daha az kıymet veren bir toplum olduğumuz için belki de kitaplardan değil, kişilerden bahsederiz hep ama hep.
Bu yüzden hiçbir kitabını okumadığımız bir yazar hakkında yorum ve yargılarda bulunmakta bir tuhaflık görmeyiz mesela. Yazı değil yazar odaklıdır popüler kültürümüz. Filanca yazarı sevenler, falanca yazarı tutanlar... olur. Bir yazarı sevince her şeyiyle alıp bağrına basmak gerekir adeta. Nasıl futbol takımının renklerini ve aksesuarlarını -şapkasını, anahtarlığını, atkısını, flamasını- alıyorsan otomatik, bu da onun gibi. Sevmeyince de toptan ve baştan karşı olunur gene. Bu fanatik edebiyat taraftarlığı yüzünden, gene tıpkı futbol takımı tutar gibi bölünebilir; kallavi genellemelerle konuşabiliriz edebiyatçılar hakkında. Edebiyatın genellemeler değil ayrıntılar, kalıplar değil akışkanlıklar, ayrıştırma değil buluşturma, ahkam kesme değil anlama, antipati değil empati işi olduğunu unutarak. Edebiyatın malzemesinin insanı anlamak ve anlatmak olduğunu, insanı anlamak için emek vermek-zaman ayırmak-özen göstermek gerektiğini, dolayısıyla uzaktan ya da resimlerden yazarlara bakarak bir şey bilinemeyeceğini; ancak kitap okuyarak ve sadece kitap okuyarak edebiyat konuşulacağını unutarak...
Edebiyatı da siyaset konuşur gibi konuşuyoruz. Katı bloklar halinde. Oysa doğasına aykırıdır bu sanatın. Su gibi akışkandır edebiyat. Öyle olamadığında kurur kalır. Bir yazarın bir kitabını çok sevmek, bir başka kitabını daha az sevmek, bir başka kitabını ise hiç sevmemek, derken gene bir başka kitabına hayran olmak neden mümkün olmasın? Eğer yazarlardan değil yazıdan beslense fikirlerimiz, o zaman mümkün olurdu elbet. Ya da kalemini çokça sevdiğiniz birinin kişiliğini zerre kadar sevmeyebileceğinizi düşündüğünüz olmaz mı? Öyle şairler vardır ki, efsundur şiirleri; öyle romancılar vardır ki kurgu şaheseridir kitapları; okumaya başlar başlamaz hissedersiniz oradaki yaratıcılığı, zekayı, hüneri; yazı aracılığıyla kalbinize seslenir, içinizdeki nice saklı sırları ifşa eder. Okur, etkilenir, hayran olursunuz belki. Ama şairin ya da romancının kendisini tanıyınca düşkırıklığına uğrayabilirsiniz. "O incelikler bu kaba adamdan/kadından mı çıktı?" diye hayrete düştüğünüz olabilir. Mümkündür pekala. Çünkü yazı ile yazan aynı şey değildir hiçbir zaman.
Doğrusu ben yazarların kendi kitaplarını en iyi bilen, en iyi anlayan insanlar olduğunu da sanmıyorum. İnsan yazarken çoğu zaman kapılır gider yazının akışına. Dolayısıyla şu veya bu ayrıntıyı niye yerleştirdiğini bilmeden, bilmeyi istemeden, yüreğinin sesini dinleyerek, hikâyenin kıvrımlarını ve sezgilerini takip ederek yazar. Sorsanız şu kitaptaki filanca ayrıntı neyi temsil ediyor, cevap veremez. Belki farkında bile değildir. Bir kitabı en iyi anlayacak olan gene onu hem severek, yüreğinde hissederek, hem de eleştirel bir gözle, sükunetle okuyan okurdur. Has edebiyat okurudur bir edebiyat kitabının hakkını en iyi verecek olan, onu en iyi kavrayan.
Aslolan yazıdır. Yazarlar değil. Konuşulması gereken yazının özellikleridir, yazarların nasıl insanlar oldukları değil. Günün sonunda, biz bunu kabul etsek de etmesek de, yazar kısmı genellikle pek de çekilir insanlar değildir zaten. Şişkin egolar yaratır roman da şiir de. Yaratıcılık nefsi pohpohlayıp, şımartabilir. Ya da fazla hassaslaştırıp, alınganlaştırabilir. Yazarlar duygusal insanlardır. Çabuk nem kapar, jet hızıyla küserler. En yakınlarına, birbirlerine, geçmişlerine, koca bir topluma, geleceğe, hatta kendilerine küsebilirler. Özünde en insani zaaflarla yoğrulmuşlardır onlar da, hepimiz gibi hepimiz kadar. Sevilmek isterler.
Yazarlara da yazıya/romanlara da gereğinden fazla "akılcılık" ve mantık atfediliyor ekseriya. Hani yazar demek böyle hafif, toplumun kıyısında önünde duran, oradan hadiselere ve meselelere belli bir mesafeyle bakan, ağzını her açışında düşünerek konuşan, sürekli her adımını tartan, yazıyı da hayatı da daima kurgulayan, ince ince hesaplayan biriymiş gibi. Ne gezer. Yazarların da gayet sıradan gündelik hayatları, ipe sapa gelmez hayalleri, alabildiğine çocuksu yanları, bitmeyen zaafları, kompleksleri, velhasıl inişli çıkışlı "nefs" sınavları yokmuş gibi. Oysa var. Hem de nasıl.
12 Şubat 2008