Buluttan nem, kendi kendisiyle temastan alerji kapmaya pek bir meyyal edebiyat alemimize, son zamanlarda düşüveren tartışma malum, bitmez tükenmez uzadıkça uzar; ama bir türlü yutulmaz damla sakızlı meselelerden birini yeniden gündeme getirdi: para ve edebiyat ilişkisi.
Bir kitabın fiyatının ne kadar olması gerektiği, bu durumun satışları nasıl etkileyeceği sorusu, beraberinde dizi dizi başka sorular da sürükledi. Ne kadar para kazanabilir yayıncı bir kitaptan, kitap pahalı bir ürün mü, ucuzlatırsan değişir mi acaba memleketteki o-ku-ma-ma direnci, peki ne kadar kazanmalı yazar kitaptan, sahi kazanmalı mı yazar yazdıklarından?... İfrat ile tefrit arasında salınmayı pek bir sevmemizden olsa gerek bir kez tartışmaya başladık mı, vurmadan bırakmayız, bir kez vurmaya görelim, bu kez de hoyratça hırpalamadan. İlla ki hedefler tayin edilecek, isimler zikredilecek, yergi ve sövgüye bulanmış toplara tutulacak yayıncı da, yazar da, mademki bulaştılar para gibi bayağı alelade bir mevzuya. Ne de olsa, toplumsal ve bireysel tahayyülümüzde öyle kolay kolay yan yana getirmek istediğimiz bir ikili değildir, para ile edebiyat. Geldikleri takdirde de bunun bizim tercihimiz olmadığını, sırf konuşuluyor diye konuştuğumuzu, yoksa asla, zinhar, haşa, böyle bayağı meselelerle ilgilenmeyeceğimizi aşikâr edebilmek için azami gayret sarf etmek âdetimizdir. Bu amaçla, telaffuza önem veririz genellikle. Yani siz siz olun, aman sakın öyle basitçe telaffuz edip geçmeyin bu iki kelimeyi, her birinin tınısı tıyneti kadar telaffuz biçimi de farklı. Usulü var, ‘para’ derken ekşimeli suratınız, hani ne kadar hakir bir meseleden söz ettiğinizi yeterince belli edebilmek için karşıdakine. ‘Edebiyat’ derken gevşemeli yüz kaslarınız, rahat; ama katı bir biçimde ki anlaşılsın kıymeti. Yücelerden yücedir ya edebiyat, para ise ne kadar banal nasıl da pespaye... Has edebiyatçı, para kazanmak gibi aşağılık emellerden ırak ve arınmış olmalıdır...
Bu bir yalan oyun, çürük tahta alabildiğine iğreti bir sahne. Öyle bir elitist söylem var ki, senebesene bu memlekette ahkam kesmekte. Bir yandan çok satana, öne çıkana kızar, kızınca taş laf ve dahi çamur atar, beri yandan ‘istemem koy yan cebime’. Türkiye’deki edebiyat ve sanat ortamının başlıca sorunu ne kitap satış rakamlarıdır, ne korsan yayıncılık ne de kurumsal desteğin olmayışı. Sanatı ve sanatçıyı içten içe çıtır çıtır kemiren temel derdimiz beş harfli bir ucubedir: haset
Birileri çıkıp da bebe mamalarına haset tozu mu karıştırıyor acaba bu topraklarda? Kaşık kaşık afiyetle yedik de bununla mı büyüdük serpildik şekillendik? Bu haset cenderesinden her nasıl olduysa geçerek hayatta ve ayakta kalabilen yazarlar da her ne hikmetse aynısını tatbik etmek isterler bir başkasına. Nasıl onlar bedel ödemiş yıpranmışlarsa adım adım, başkaları da çeksin aynı sancıyı. Kendi kaynanasından vaktiyle çektiklerinin acısını, içinde biriktire biriktire en nihayetinde gelininden çıkartan kaynana modeliyle hareket eder Türk aydını. Sistemi değil bireyleri hedef tayin eder kendine. Ne öfkesine mukayyet olur ne de diline, kalemine, hasetine...
Hâlâ ‘halka inmek’ gibi saçma ziyan bir lafın kullanılabildiği bir kültür ve edebiyat dünyasında edebiyatçı isen, aman sakın sen okurun ayağına gitme, onlar gelsin sana, az okurun olmalı ki ne denli seçkin olduğun ispatlansın, okunmayı isteme, hatta tersine açıklamalar yap ha bire, ‘yazdıklarımı yakacaktım; ama bir arkadaşım benden gizlice hepsini sobadan kurtarıp gizlice yayıncıya iletmiş’ de mesela. Yazar kendini insandışılaştırmakta. Halk denilen bir meçhul yığın var aydının gözünde, ne onunla ne onsuz, mesafe sabit. İşin tuhafı aydınlar arasında deveran eden bu kasıntı elitizm aynen mevcut okurlar arasında da. Okur da yazarı insandışılaştırmakta. Yazar denilen bir hale var nice okurun gözünde, bir sahte parıltı, bir bilen-adam imgesi, mesafe sabit. Türkiye’nin Tanzimat’tan bir zahmet devraldığı, devralıp da kuşaklar boyu afiyetle sürdürdüğü, evvela sol, ardından muhafazakâr hareketlerin benimseyip içselleştirdiği o topluma ders, evlatlarına nasihat veren baba-romancı, efendi-yazar imgesinin parçalanmasının vakti geçmekte.
Bu sırrı ifşa etmeli artık, kırılmalı bu hamâsi maske, kim ne derse desin yazar okunmak ister, ne kadar çok okunursa bundan o kadar memnuniyet duyar, sahi bir şey daha var, yazarlar da elektrik gaz, su faturası yatırır ve bu memlekette tartışmamız gereken esas mesele insanların kalemlerinden para kazanma arzuları değil, aksine kalemleriyle geçimlerini sağlayamamaları olmalıdır.
13.06.2004