Dünya üzerindeki belli başlı şehirler, sanat ve sanatçılar için bir hazinedir. Sadece gezip görmek anlamında değil, yaşamak ve yaşamı anlamak, anlamlandırmak için.
Yüzyıllar evvel İsfahan veya Şiraz böyleydi. Bağdat böyle bir Bağdat idi, şimdi inanması zor olsa da. Paris, Londra, Berlin ya da Moskova da orada yaşayan edebiyatçıların ve felsefecilerin hayaletleri dolaşır hâlâ. İzleri damgasını vurur şehrin atmosferine. Buralara gidenler farkında olmadan etkilenirler bu ortak ruhtan, soyut ama derin mirastan. Bugün Barcelona nın bu kadar popüler ve dinamik olmasında şehri yaşayan ve yaşatan mimarların, sanatçıların rolü o kadar büyük ki.
New York şehri her zaman Amerikalı şair ve yazarlar için bir çekim merkezi olageldi. Tanınmış pek çok edebiyatçı eserlerini burada verdi ya da eserlerinde burayı anlattı. Şehrin Greenwich gibi bölgeleri bohem bir yaşam tarzıyla özdeşleştirildi. Kimi otel ya da lokantalarında edebiyatçılar düzenli toplantılar yaptı. Buralardan yeni edebiyat akımları ve felsefî tartışmalar çıktı. Bugüne kadar böyleydi. Ancak 11 Eylül sonrası New York unda değişen pek çok şey gibi burada da bir değişim var şimdilerde. Artık yazarlar ya da şairler New York ta yaşamaya o kadar da hevesli değil. Bu şehri daha ziyade bir "ilişkiler ağı merkezi" olarak görüyorlar. Daha sakin ve düzenli bir yerde yaşayıp, senede birkaç defa New York a gelerek burada yayıncılarıyla buluşmayı tercih ediyorlar. Böylelikle bir yaşam merkezi olmaktan çıkarak bir ara durağa dönüşüyor New York. Bu şehirde yaşamayı tercih eden edebiyatçılar ise daha ziyade "dışarıdan" ya da "sonradan" gelenler. Göçmenler mesela. Onlar anlatıyor yeni New York u edebiyatlarında.
Gelelim İstanbul a. Bugünün sanatçıları için tam bir penah olmasını beklediğimiz İstanbul da durum nedir peki? Bilhassa son on senede giderek tüm dünyada daha çok merak edilen ve konuşulan, Batı basınında muhakkak görülmesi gereken şehirler arasında anılan ve hep göğsümüzü kabartan şehr-i şehir İstanbul aslında o kadar az yansıyor ki edebiyata, potansiyeliyle karşılaştırıldığında inanılır gibi değil. Diyeceksiniz ki anlatmadı mı nice kıymetli yazar ve şair bu şehri mısralarında ya da romanlarında? Anlattı ve anlatıyor da muhakkak. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Halide Edip, Orhan Veli... niceleri. Anlattılar elbette. Ama bu şehir, sonsuz ve eşsiz bir hazine. Daha nice sanatçıya ilham ve feyz kaynağı olabilecekken, tüm dünyada daha iyi okunuyor ve tanınıyor olabilecekken nedir İstanbul u hâlâ bir muamma kılan?
Bugünün İstanbul u elli sene evvelinden de yüz sene evvelinden de farklı. Şehir yeni bir kozmopolit doku kazanıyor. Moldovalı, Ukraynalı, Bulgar, Romen, Filipinli, Ugandalı, Tunuslu, Lübnanlı, Kazak, Özbek... Yeni yeni kimlikler geliyor, Anadolu ve Balkanlardan gelen göçlerin yanı sıra. Bir de Avrupa da yaşayan Türklerden bir kısmı geri dönüş yapıyor, yaşamak için İstanbul u seçiyor. Gelenlerin arasında fotoğrafçılar, müzisyenler, şairler olduğu gibi bir de çeşitli konser ve etkinlikler için şehre uğrayan profesyoneller var. Böyle bakınca şehir durmayan bir "sanat trafiği ağı" gibi. Peki bu hareketliliğin ne kadarı yansıyor kitaplara, albümlere, filmlere, sergilere? Batı dan ve Doğu dan İstanbul a gelen sanatçıların üretecekleri eserleri önemsiyor muyuz sahiden? Büyük Avrupa şehirlerinde olduğu gibi onların konaklayabilecekleri, oturup yazabilecekleri merkezler neden yok bu şehirde? Tüm bu soruları bir kenara itip, "edebiyat içre lüks bir ayrıntı" sayabilirsiniz belki de. Ancak İstanbul un gerek Türk gerekse yabancı sanatçılar tarafından bugünün dünyasının ışığında nasıl anlaşılıp nasıl anlatıldığı sorusu tahmin ettiğimizden de önemli, uzun vadeli etkiler yaratıyor.
11 Mart 2008