Adorno nun bir makalesinin başlığıdır bu. "Sanat şen midir?" diye sorar ünlü filozof. Dünya tarihinin en acı, en sancılı dönemlerine tanıklık eden, gene de insanı, insanlığı anlamaya çalışmaktan bir an bile vazgeçmeyen Adorno için önemli bir sorudur bu.
Şenliğe yer var mıdır sanatın içinde yoksa ciddi mi olmak zorundadır her zaman, çoğu zaman? Kısmen de olsa hak verir bu tespite. Sanat insanlar için bir haz kaynağıdır. Eğer bir kitap ya da film veya beste keyif vermiyorsa, yarı yolda bırakacaktır sanatçıyı. Güzellik ve haz ve keyif sanatın olmazsa olmazlarıdır. Aslında belki de kaskatı bir donukluğun ve ciddiyetin eleştirisidir sanat. Gevşeyebilmeyi, gülebilmeyi, hayatın şen yanlarını öne çıkarabilmeyi isteyen ve savunan bir ses...
Bununla beraber bu tespite gereğinden fazla fazla prim vermek istemez Adorno. Zira "hüzün" de temeldir sanat için. En basit terimlerle ifade edecek olursak, "şenlik" ile "hüzün" arasında bir noktada konumlandırır Adorno sanatı. Ve bu konumlanışın yüzyıllardır çeşitli filozoflar, eleştirmenler, yazarlar ve şairler tarafından ele alındığını, sorgulandığını vurgular. Bir şiirde geçtiği gibi: "Birçokları en neşeli şeyi neşeyle söylemeye çalıştı boşuna/ İşte sonunda anlatıyor kendini bana, burada hüznün ortasında."
Peki nereden çıktı bu tema diyebilirsiniz? Aslında sanatın alıcısını ne kadar eğlendirip, keyiflendirip, aynı zamanda ne oranda hüznü ve kederi anlatacağı sorusu hiç dinmeyen bir soru. Her zaman bizimle beraber gelen. Ancak bizde bir çifte standart var. Sanki "Ciddi kitap" eğlendirmez gibi bir beklenti. Öte yandan "popüler kültür" diye tanımladığımız ve aslında kolayca geçiştirdiğimiz muazzam bir alan var ki orada da eğlencenin temel dinamik, eğlendirmenin esas amaç olduğu varsayılıyor. Yani şiir gibi, roman gibi, inceleme kitabı... gibi ürünler düşündürür, kederlendirir ama televizyon ve hatta sinema eğlendirir diye bir ayırım yapılıyor. Bu ayırımın temelinde şöyle bir hiyerarşi yatıyor. Ciddi sanat dalları daha yukarıda, daha âlâ, popüler kültüre hizmet eden sanat daha aşağıdaymış gibi bir algı var. Televizyon işi yapmak entelektüel dünyanın dışındaymış gibi algılanıyor bu yüzden. Ne yazık ki bilhassa edebiyatçılar ya da edebiyat eleştirmenleri arasında yaygın bu önyargılar. Televizyon izlemek bir kültürsüzlük, televizyon işi yapmaksa "gayri-entelektüel uğraş" olarak algılanıyor nice zaman.
Yaklaşık sekiz aydır hikâyesini yazdığım Menekşe ile Halil yakında sona eriyor. Kanal D de gösterilen bu aşk hikâyesini kaleme alıp, gayet profesyonel senaristlerle ve başarılı bir ekiple beraber çalışmak, bir televizyon ekibinin nasıl hummalı bir tempoyla haftabehafta çalıştığına tanıklık etmek son derece zenginleştirici, aynı zamanda keyifli bir çalışma oldu benim için, baştan sona. Dizinin hikâyesi bütün engellere, toplum ve aile baskısına, ataerkil önyargılara rağmen aşkı yaşamaya çalışan, aşklarına inanan bir çiftin serüvenlerini anlattığından, hüzün de keder de dizinin yapıcı unsurları oldu. Ancak aynı zamanda bir televizyon dizisi eğlendirici, sürükleyici, şenlikli olabilmeliydi. İşte bu iki dinamik arasında örerken kurguyu Adorno nun eski sorusu sık sık takıldı aklıma. Ne kadar hüzün? Ne kadar şenlik olmalı bir sanat yapıtında?
Sanatta hüzün-şenlik dengesi hayatın içindeki dengeden farklı değil aslında. Nasıl ki hayatımızın her adımında, her aşamasında içiçe geçiyorsa güzellik, saadet ve şenlik ile hüzün, karamsarlık ve kaygılar, sanat dallarında da bu böyle. Bir hiyerarşi olamaz, çizilemez sanatın farklı dalları arasında. Ne edebiyat üstün ve nezih bir mecra, daima ciddiyet gerektiren; ne de televizyon daima eğlendiren bir boş kutucuk, entelektüel dünyanın dışında. Popüler kültürü küçümsemek ya da ötelemek bir yana, önemseyerek anlamaya-okumaya-hissetmeye çalışmak daha doğru olsa gerek sanatçılar için. Yoksa elitist bir yaklaşımla, öyle tepeden inmeci bir bakış açısıyla insanı anlayamaz, anlatamayız. Ne hüznü ne neşeyi...
22 Nisan 2008