Bu hafta İstanbul da öğretim üyeliği yapan Amerikalı bir sosyal bilimci arkadaşımdan dinlediğim bir hadiseyi aktarmak istiyorum. Hafta sonu büyükçe bir kitapevinde almış soluğu.
Geniş bir Türkçe koleksiyonunun yanı sıra başta İngilizce olmak üzere yabancı dillerde de epey zengin bir literatür bulunduran modern, şık bir mağaza söz konusu olan. Amacı tasavvufla ilgilenen ve kendisi gibi bu şehirde yabancı olan bir arkadaşına Sufilik üzerine birkaç kitap almakmış. "Mevlânâ nın hayatıyla ilgili İngilizce birkaç kitap almak istiyorum", demiş oradaki yetkiliye. Gerisini şöyle anlattı bana:
"Kitapevindekiler son derece nazik davrandılar, ellerinden geldiğince yardımcı oldular. Ancak o kadar az kitap çıkarabildiler ki benim için, hayal kırıklığına uğradım. Halbuki Batı da çok geniş bir literatür var bu alanda. Buradaki İngilizce raflarda Dalai Lama dan Buda ya kadar aklına ne gelirse her türlü din felsefesi hakkında eser vardı. Ama nedense İslam felsefesi üzerine çok az esere rastladım. Dalai Lama kitapları iki raf tutuyordu. Mevlânâ ya da dönemin Anadolu su hakkındaki kitaplar ise topu topu birkaç adetti. İnanamadım. Nerede Annemarie Schimmel, nerede Reynold Nicholson, nerede William Chittick? Batılılara tasavvufu anlatan ve sevdiren bu insanlar Türkiye de pek bilinmiyor, okunmuyor olabilir mi?"
Diyebilirsiniz ki eğer Türkçe kitaplar tarafına baksaydı tasavvuf üzerine derya deniz son derece zengin bir kaynakça bulabilirdi. Doğru, bilhassa son on sene içinde bu alanda yazılan ve çevrilen kitapların sayısında inanılmaz bir artış yaşandı. Sadece kitaplar bazında değil, düzenlenen bilimsel etkinliklerin sayısında da muazzam bir artış var. Bu da son derece sevindirici. Ama hâlâ kapanmayan bir gedik var. Türkiye de yaşayan ve yazan son derece kıymetli ama ne yazık ki sayıca kısıtlı bir avuç araştırmacıya rağmen, bu alanda basılan yeni eserlere ve düzenlenen tüm panellere rağmen, şurası bir gerçek ki bizler hâlâ Mevlana yı Batılılar kadar dikkatle ya da yakından okumuyoruz.
İnsan ne vakit samimi bir merakla ele alır bir konuyu? Bir çocuk gibi saf bir merakla ilgi duyduğunda. Belki de biz o çocuk meraklığını yitirdik yolda bir yerlerde. Zira Türkiye de kime sorsanız, Mevlânâ yı, tasavvufu, dönemin Anadolu sunu bildiğini düşünür. Bu konuda üç beş kelime edebilecek kadar. Peki bundan öteye gider mi ilgimiz ve bilgimiz? Kolektif cehaletimizi bir kabuk gibi sarıyor kanıksamalarımız, alışkanlıklarımız. Kulaktan dolma birkaç cümleye indirgenmiş bir Mevlânâ imajı geziyor gözümüzün önünde. Az bilgiyle çok şey bildiğimizi sanabiliyoruz. Bu yüzden merak etmiyor, merak etmediğimiz için de okumuyoruz.
Halbuki bir Batılı okur daha ilk adımı atarken bu konuda merakla yaklaşıyor elindeki kitaba. Bir anlamda çocuksu bir merakla ele alıyor Rumi nin eserlerini. Bu alanda bir şey bilmediğini baştan koyduğu için, her yeni bilgiyi heyecanla değerlendiriyor. Sonuçta daha çok şey öğrenerek, okuyarak çıkıyor süreçten. Bu arada bizler "aman nasıl olsa bildiğimiz şeyler" diye geçiştire geçiştire samimi bir Mevlânâ okumasından yoksun kalıyoruz. Bildiğimizi zannede zannede cahil kalıyoruz. Cehaletin en yanıltıcı olanı bu boyut olsa gerek. Bilmediğini bilmeyen, kendi eksikliğini göremeyen bir hâl.
Mevlânâ nın eserlerini yeterince bilmiyor, okumuyor, araştırmıyoruz. Bu arada Batı almış başını gidiyor. "Mevlânâ" okuyanlar sınırlı kalırken, Batı da bilinen adıyla "Rumi" okuyanlar artıyor. Oradaki kitapçılarda muazzam bir Rumi literatürü genişliyor.
29 Nisan 2008