“Mutlu aşk yoktur” demişti Aragon. “En küçük şarkı için nice mutsuzluk gerek. Bir ürperişi nice pişmanlıkla ödemek. Nice hıçkırık gerek bir gitar ezgisine. Mutlu aşk yoktur.” Halbuki aşk mutludur çoğu zaman. Esriktir, delidir, ayakları yerden kesik.
Bilmez ki tam olarak ne yöne gittiğini. Rüzgarda bir yaprak, esen yelle kavgaya tutuşarak, gider gidebildiği kadar. Aşk olarak yaşandığı, yaşanabildiği müddetçe. Sanat ve edebiyat tarihinde aşkın bu yanı sık sık anlatılır. Belki de söylenmesi gereken “mutlu evlilik yoktur”.
Aşkın evliliğe dönüştüğü yerde başlar zorluklar. Dönüm noktası orada yatar. Aşk nasıl özgür olmak isterse, başına buyruk, dolu dizgin, pupa yelken; evlilik de tam tersine süreklilik, korunaklılık, huzur-güven-düzen ve içine kapanmak ister. Aşkın eline para geçerse anında harcar. Evliliğin eline para geçerse biriktirir, yarınlar için. Aşk şu anı yaşar. Evlilik ise yarının derdindedir, illa da gelecek odaklı. Aşk iki kişiliktir, evlilik çok karakterli. Aileler, arkadaşlar, uzak akrabalar... herkes karışır evliliğe. Burada mutluluğu korumak zor, heyecanı ve tutkuyu günbegün aynı şekilde harlamak adeta imkansız ama alışkanlıkları ve tekrarları muhafaza etmek kolay mı kolaydır. Tek yapılması gereken her gün nasıl yaşanıyorsa öyle yaşamak yeni gelen günü de. Bana bu pazar yazısında bunları düşündürten ne olabilir dersiniz? Dünya edebiyatının şüphesiz gelmiş geçmiş en iyi kalemlerinden Doris Lessing’in bir romanı. Adı Beşinci Çocuk (The Fifth Child)
Doris Lessing edebiyatçıların belki de en çok uğraştıkları temalardan olan “mutlu aile yoktur” fikrini derinlemesine ele alır bu romanında. 1960’larda başlayan hikaye, genç bir çiftin birbirlerine aşık oluşlarını, evlenmeye karar verişlerini ve evliliklerinin ilk yıllarını adım adım takip eder. Art arda dört çocuk yaparlar. Doğan her çocukla beraber aileye saadet ve zenginlik eklenir ama aynı zamanda yeni çelişkiler, yeni zorluklar. Her doğum ve loğusalık süreciyle beraber ana karakterlerden anne Harriett biraz daha yıpranır, biraz daha değişir ve tükenir. Ancak onun hayatının dönüm noktası beşinci çocuk olacaktır. İplerin koptuğu yer orada. Beşinci hamilelik başından itibaren farklıdır. Burada anne ile bebek arasındaki gerilimi, annenin korkularını, anneliğin “öteki” yüzünü gösterir yazar. “Karnı öylesine doymak bilmiyordu ki genç kadın utanıyor, kimse yokken gidip buzdolabını yağmalıyordu,” gibi cümlelerle.
İsmi “Ben” konulan bebek doğduğunda anne ile arasında beklenmedik bir yabancılaşma yaşanır. Çocuk dış uzaydan gelen bir varlık gibi anlatılır. (Burada sinemaya meraklı okurlar Rosemary’s Baby filminden tanıdık bir titreşim yakalar.) Annenin ikilemi dinmeyen bir gerilimle anlatılır. Bir yandan “mutlu huzurlu aile yapısını” bozduğu için içten içe kendi çocuğundan soğur, uzaklaşır. Bir yandan da kimsenin sevmediği ve sevemeyeceği kadar sever onu, korur kollar. Çocuk büyüdükçe asosyalliği devam eder, toplum dışı bir damarı vardır hep. Suçlar işler, sabıkalı olur. Giderek Doris Lessing bir canavar yaratır karakterinden. Annesi oğlunu anlamaz, anlayamaz. Romanın sonunda bir zamanlar genç bir çift olarak aldıkları evi satarlar. Bireysel hayallerin bozumu.
Peki Doris Lessing’i bu romanı yazmaya iten nedir? Etrafında gördükleri, gözlemledikleri ve bir de kendi yaşam hikayesi. Motivasyon kaynağı bu ikisinin karışımıdır muhtemelen. Kendi annesiyle büyük sorunlar yaşayan biridir yazar. 13 yaşında okulu bırakır. Gittiği Katolik okulunun katı eğitiminden hiçbir zaman hazzetmemiştir. Bundan sonra eve kapanıp kendi kendine okumaya başlar. Kitaplar en iyi dostu olur. 15 yaşında annesine duyduğu öfke ve tepkiyle evi terk eder. Bir türlü barınamaz annesiyle. Anne-çocuk ilişkisindeki o kapanmayan boşluğu anlatırken mahirliği belki de bu yüzden. Bir kadın yazarın kendi yaşamının yenilgilerinden, yıkıntılarından beslenerek yazmasının en başarılı örneğidir Doris Lessing. Anlattığı hikayeler illa da birebir tanıdık gelmeyebilir. Ama kalemi evrensel ve zamansızdır. Hepimizin bir yanıyla bam teline dokunan...
04.05.2008