Yazarlık, pek çok mesleğin aksine tamamen tek başına yürütülen bir uğraş. Ne bir ofis var ortada, ne mesai saatleri. Ne çalışma arkadaşları, ne düzenli bir iş ortamı. Edebiyatçılar, başkalarıyla çalışmaya alışkın insanlar değil.
Yazının insanı asosyalleştiren bir mayası var. Herkesten ve her şeyden uzaklaştırıp, sadece kendine çeken. Kağıt, sudan bir aynaya dönüşüverir kimi zaman, kıpır kıpır. İnsan yazdıkça kendi ruhuna, bireyin hallerine doğru yolculuk yapar. Kolektivitelerden ziyade tekilliklere yoğunlaşır. "Biz" duygusuyla değil "ben" dürtüsüyle yazar edebiyatçı, ister şair ister romancı olsun. Ve ortaya çıkan eseri de gene "ben" duygusuyla sahiplenir. Tüm bunlar, genel olarak edebiyatçıların "şişkin ego" sahibi olma risklerini artıran özelliklerdir. İster Türkiye de olsun ister dünyada. Her yazar az biraz kıskançtır aslında, diğer yazarlara karşı. Her yazar bir başka yazar tarafından kaleme alınmış iyi bir eseri içten içe kıskanır. "Bunu yazan ben olmalıydım," der. Mesele "derece meselesi"dir aslında. Kimimizde ayyuka varır bu kıskançlıkların oranı, kimimizde minimumda kalır. Ama kimsede yüzde 100 veya yüzde 0 olduğunu sanmam. Kıskançlık skalasında yüzde 1 ile 99 arasında bir yerlerdeyiz hepimiz. Tesadüf değil edebiyat tarihinin kavgalar, tartışmalar, dedikodular, çekemezliklerle dolu olması. Tesadüf değil yazarların kolay kolay birbirlerini sevmemeleri, hatta okumamaları.
Bugün hayli ünlü iki yazarın kapışmasından bahsetmek istiyorum. Her sene biraz daha derinleşen ve vahim hal alan bir kavga bu. Bir tarafta gezi kitaplarında yeni bir tarz yakalamasıyla tüm dünyada ünlenen ve bu yeni dalda başarılar yakalayan Paul Theroux var. Öbür tarafta çağdaş dünya edebiyatının en meşhur ve tartışmalı isimlerinden V. S. Naipaul. Bu ikili 1966 senesinde Uganda da tanışırlar. O dönem Paul Theroux, Kampala Üniversitesi nde İngilizce ders vermektedir. Hızla arkadaş olurlar. Aslında bir anlamda aralarında kurulan bağ usta-çırak ilişkisine benzer. Zira Paul Theroux, o dönem henüz genç bir yazı heveslisidir. Naipaul ise şimdiden ünlenmiş bir romancı. Üniversitenin davetlisi olarak o seneyi orada geçirmektedir. Uganda da gayet iyi başlayan bu ilişki, ikilinin İngiltere ye dönmesinden sonra hızla bozulur. Gene de iki yazarın senelere yayılan mektuplaşmaları, yazışmaları olur. Şimdi bu mektuplar üniversite kütüphanelerinde saklanıyor.
1996 senesinde dananın kuyruğu kopar. O sene her ikisi de Hay Festivali ne konuşmacı olarak davetlidir. Beraber sahneye çıktıklarında birbirlerinin yüzüne dahi bakmazlar. Bu hadisenin ardından karşılıklı suçlamalar gelir. Naipaul, Theroux yu Uganda da iken doğru dürüst görmediğini söyleyerek bir anlamda onun kendi sırtından şöhret yapmaya çalıştığını ima eder. Theroux yu belki de en çok şaşırtan şey o dönem "hocam" dediği adama verdiği orijinal yazılarının bir kitap kataloğunda 1.500 dolardan satışa çıkarıldığını öğrenmek olur. Bu konuda Naipaul e faks çektiğinde ondan şöyle bir cevap alır: "İşine bak ve orda burda benim hakkımda konuşmaktan vazgeç."
Paul Theroux ardından yayınlanan kitabında, Naipaul hakkında hayli eleştirel bir analiz yapar. Ancak yeni yazdığı bir makalede o dönem hakikatleri istediği gibi dile getiremediğini, kişilik haklarına saldırıdan dava açılması kaygısıyla kendisini sansürlediğini söylüyor. Yalnız makalesini okuyunca anlıyorsunuz ki bu sefer kendini tutmamış. Zira yazısında Naipaul u, ırkçı, ukala, bencil, kendisinden başka kimseyi düşünmeyen ve sevmeyen, insanları kullanıp kenara atan biri olarak anlatıyor. Kadınlara karşı da son derece kompleksli ve köşeli bir adam portresi çıkıyor. Üstelik tepesi attı mı kadına el kaldıracak yapıda. 75 yaşındaki Nobel ödüllü Naipaul ile eleştirel yazılarıyla ünlü Paul Theroux nun senelere yayılan karşılıklı husumetlerini okurken, edebiyat ve sanat aleminin aslında hep var olan ama fazla bilinmeyen bir başka tarafına tanıklık etmiş oluyorsunuz. Ayın karanlıkta kalan yanına...
13 Mayıs 2008