Bu haftasonu son derece kıymetli bir konferansa ev sahipliği yaptı İstanbul. “Modern Çağ ve Arabi”. Kendisinin tasavvuf tarihindeki önemini bilen ve takdir edenler Arabi’yi “Şeyhül Ekber” ve “Muhyiddin” lakaplarıyla anarlar. Bugüne kadar onlarca İslam tarihçisinin ve Batılı araştırmacının dikkatini çekmiş, belki de en önemlisi nice insana feyz ve Hakikat aşkı sunmuştur Arabi yüzyılların ötesinden.
Ve ne yazıktır ki, tıpkı Mevlânâ gibi o da Batı’da bizden daha iyi tanınır, Batı üniversitelerinde daha çok okunur, araştırılır. Ama işte bu haftasonu gerçekleştirilen konferans bu anlamda önemli bir ilke imza attı. Hem akademisyenleri-araştırmacıları, hem vatandaşları, hem Türkleri hem Batılıları Arabi’nin sevgi halesi ve düşünce mirası etrafında buluşturdu. Büyükşehir Belediyesi, Kültür Bakanlığı, İstanbul Teknik Üniversitesi ve TÜRKKAD tarafından düzenlenen uluslararası sempozyum, hazırlanan broşürlerin kalitesinden seçilen katılımcıların yetkinliğine kadar dört dörtlük bir program oldu.
“Hakiki cömert, nefsine ilim ile cömertlik edendir. Öğrenir, öğrendiği ile amel eder. Bilmeyenlere öğretir” diyen İbn Arabi büyük bir mutasavvıf ve âşık olmasının yanı sıra, aynı zamanda şaşırtıcı sayıda eser vermiş bir düşünürdür. Biyografilerde okurken “yüzlerce eser” diye geçiştirmek doğrusu dile kolay geliyor ama gelin bir düşünelim, bilgisayarın olmadığı, teknolojik kolaylıklardan tamamen yoksun bir çağda insan bir ömre nasıl sığdırır yüzlerce eseri. Arabi’nin tam olarak kaç kitap yazdığı bilinmiyor, belki kendisi de bilmiyor bu sayıyı. Arada kaybolan eserler de var. Ama en az 248 eserden söz ediyoruz. Nihayet bir liste çıkardığında el-Fihrist’te 248 kitap alt alta sıralanıyor. Hiç durmadan, gece gündüz yazmış olması lazım. İnsanüstü bir üretkenlikle. Oysa unutmamalı ki Arabi bir odaya kapanıp çıkmadan yazan müelliflerden değil. Aynı zamanda sık sık seyahatler etmiş, iç yolculuğunu tamamlarken dünyayı gezip görmeyi, insanı okumayı da ihmal etmemiş, kendi döneminin en önemli seyyahlarından olmuş. Gezip gördüğü ya da kalıp yaşadığı nice diyar arasında Endülüs, Sebte Fas, Tunus, Mısır, Kudüs, Mekke, Damaşk, Halep, Malatya, Sivas ve tabii ki Konya var.
Çocukluğu İspanya-Endülüs’te geçer Arabi’nin. Henüz küçük yaşta hikmet ve manevi olgunluk sahibi olacağına dair nice işaret verir. Dönemin önde gelen sufilerinden dersler alır, hocaları arasında kadınlar da vardır. Daha on beş yaşındayken İbn Rüşd’ün dikkatini çeker. Aralarında geçen bir konuşma ilginçtir. İbn Rüşd bu sohbette halvete girip de oradan olgunlukla ve Hakikat bilgisiyle donanmış olarak çıkanların artık pek kalmadığından yakınır. “Zira artık bu gibi hâllerin erbabı kalmadı, biz hiç görmedik.” Buna karşılık İbn Arabi şu cevabı verir: “Allah’a hamdolsun ki işte biz bu zamanda bunlardan biriyiz.”
“Herkes kendisi için Seni ister. Ama ben Senin için Seni istiyorum” diyecek kadar tepeden tırnağa aşkla yaşayan ve insana bu âlemin aynasının cilası ve ruhu nazarıyla bakan İbn Arabi’nin mezarı Şam’da, izleri her yerdedir. Rivayete göre kabrinin harap olacağını ve uzun zaman bu halde kalacağını, daha sonra Yavuz Sultan Selim tarafından onarılıp ihya edeceğini görmüştür. “Selim Şam’a girince Muhyiddin kabri ortaya çıkar” sözleriyle ifade ettiği hakikat budur.
Şehr-i şehiri bu kıymetli mutasavvıf ve müellifle buluşturmakta emeği geçen herkese bir teşekkür borcumuz var İstanbullular olarak.
25.05.2008