Her edebiyatçı için farzdır adeta, çocukluk ve çocuklar üzerine kafa yormak. İnsanın, yüreği ve ufku sonsuza açık bir çocuktan kapalı, önyargılarla dolu bir bireye, kapalı bir bireyden de çoğu zaman kolektivitenin tek boyutlu yansıması-yankısına dönüşümünü anlamak hem zor hem elzemdir.
Peki sizce nerede yaşanır ilk kırılma? Nasıl başlar dönüşüm? Kimi insan var ki her çocuğu melek beller mesela. Hakikaten doğuştan iyi kalpli mi gelir insan dünyaya? Yani sonradan mı ediniverir kötü huylarını ve yitirir masumiyetini? Yoksa ta baştan beri bazıları bazılarından daha meyyal midir iyiliğe? Vicdan, tıpkı parmak sayısı, kollarımızın adedi gibi aşağı yukarı hepimize eşit miktarda verilen bir özellik midir doğuştan? Yoksa kimileri kimilerinden daha vicdanlı mıdır ta başından beri? Hepimizin içinde mevcut mudur hem iyi hem kötü özellikler, hem aşağı hem yüce?
Kadim sualler bunlar. Asırlar boyunca sorulmuş. Her üç monoteist dinin öndegelen düşünürleri tarafından uzun uzun cevaplanılmaya çalışılmış, filozoflar aydınlar tarafından tekrar tekrar ele alınmış sualler. Ama gel gör ki bir edebiyatçı gibi kimse ele alamaz insanın içindeki fena ile iyiliğin çatışmasını. Edebiyatın işi anlamak ve anlamlandırmak ne de olsa. Edebiyatın sahası nüanslar, bir amacı da empatiyi artırmak farklı farklı gibi görünen bireyler arasında.
Bir kültürün kötülüğün ve iyiliğin kaynağını nerede gördüğü sorusunun edebiyatçıları ne kadar yakından ilgilendirdiğine çarpıcı bir örnek A. H. Tanpınar ın 19. Asırda Türk Edebiyatı adlı kitabıdır. Orada Tanpınar "kötülüğü dışarıda aramak" ile "iyiyi de kötüyü de kendi içine bakarak anlamak" arasındaki farklılığa dikkat çeker. Birinci yoldan giden yazarlar devamlı "dış sebepler" bulurlar ele aldıkları karakterlerin yoldan çıkmasına. Anlattıkları kişiler karakterden ziyade karikatüre yakındır. Daha tek boyutlu. İyiler ve kötüler diye ikiye ayrılır adeta roman tiplemeleri. İkinci bakışa sahip olan yazarlar ise yarattıkları karakterleri daha çelişkili ve katmanlı, dolayısıyla daha sahici yaparlar. Her iyinin içine en az bir kötülük, her kötünün içine en az bir iyi özellik serperek. Kahramanları olmayan kitaplar çıkar ortaya. Tüm çelişkileriyle insanın anlatıldığı kitaplar...
Keza çocukluğu da farklı anlatır bu iki ayrı yazar tiplemesi. Birincilere göre mutlak güzeldir çocuklar, ikincilere göreyse güzeldirler güzel olmasına da gaddardırlar kimi zaman. İktidar ilişkilerinden arınmış değildir çocukluk. Kıskançlıklardan, bencilliklerden, Ego dan uzak değildir sandığımız ya da sanmak istediğimiz kadar. Çocukların kendi yaşıtlarına yönelik acımasızlıkları, haksızlıkları, nice edebiyat ve sinema eserine konu olmuştur şimdiye kadar. İzleri kalır bunların, seneler seneler boyu... Hepimizin bir Ömer Seyfettinvari Kaşağı hikayesi vardır belki de. Çocukken incittiklerimizden geriye kalan bölük pörçük hatıralar. Belki de orada saklıdır o kırılma noktası. Ne melek ne kağıt bebek, tam tersine zaafları, çelişkileri ve hırsları olan birer Adem oğlu Havva kızı olduğumuzu idrak ettiğimiz an.
Edebiyatın işi o anı yakalamak ensesinden ve anlamak... ve anlatmak...
24 Haziran 2008