Bir toplumun tarihi boyunca nerelerde nasıl yol kat ettiğini (ya da edemediğini) okuyabilmenin en çarpıcı yolu sanatla ilişkisine yakından bakmak.
Müzik, resim ya da edebiyat... Nasıl gelişmiş ya da nerelerde tökezlemiş, serpilip yetişmesine izin verilmiş veya verilmemiş... Bugünlerde malum tüm dünyada en çok konuşulan ülke Çin. Ancak sadece olimpiyatlardaki performansıyla gündeme gelmiyor bu yaşlı medeniyet. Bilhassa kültürel dokusuyla merak konusu oluyor. Gün geçmiyor ki Batı basınında Çin kültürü ve sanatı üzerine yeni bir makale çıkmasın. Gözlerimizin önünde karmaşık bir labirent gibi yükseliyor Çin. Ve bu yapıyı çözebilmek için giderek daha fazla önem kazanıyor sanat.
Sanat Çin in hem aynası hem de kör noktası. Ekonomik atılımlara hız veren, teknolojide atağa geçen, pazar ekonomisine geçişte son derece hevesli ve hırslı ancak mesele sanatta ve edebiyatta açılmaya gelince frene basan, içine kapanan ama aynı zamanda dışarıdan almaya da devam eden, dolayısıyla ister istemez sentezler üreten bir ülke Çin. Bu konuda benzeşiyoruz. Böylesine köklü bir medeniyete sahip topraklarda modernleşmenin, demokrasinin ve Batılılaşmanın ölçülerinin ne olacağı, sınırlarının nerede nasıl çizileceği sorusu Çin için başat sorular. Keza bizim için de. Çin ve Japon modernleşme serüvenlerine bakmak Osmanlı dan modern ulus-devlete bizim kendi seyrüseferimizi daha iyi anlamak, anlamlandırmak açısından da önemli bir örnek olabilir.
Çin in klasik Batı müziğiyle tanışması 1601 senesine uzanıyor. Dönemin hanedanına bir müzik aleti hediye ediliyor o sene. Ancak hediye bir tuhaf, kimse nasıl çalıştığını bilmiyor. Enstrüman, bu vaziyette uzun seneler boyu sarayın duvarları arasında kalıyor. Ara sıra cariyeler gelip kurcalıyor orasını burasını, hizmetliler merakla bakıyor, gelen giden el sürüyor ama o kadar. Söz konusu enstrüman bir piyano. Zamanla, tıpkı bizde olduğu gibi, daha ziyade saray ve saray çevresi ilgi gösteriyor Batı müziğine. 20. yüzyıl başına kadar durum böyle. Kimin hangi tip müzikle ilgilendiği sınıfsal ve kültürel bir bölünmenin izlerini taşıyor. İlk konservatuvar 1920 lerde kuruluyor Şanghay da. Nazi Almanya sından kaçan Yahudi sanatçılar Çin deki müzik ortamının canlanmasını sağlıyorlar. Ama uzun sürmüyor.
1949 da Mao nun iktidara gelmesiyle beraber her şey değişiyor. İlk başlarda devrim sıcak bakıyor Batı müziğine. Ancak 1966 da konservatuvar kapatılıyor, Batı müziği istenmeyen unsur ilan ediliyor. Mao ölene kadar pek çok müzisyen saklanmak durumunda kalıyor. Gene de baskılar hiçbir işe yaramıyor olmalı ki 1978 de konservatuvar yeniden açıldığında okumak için onsekiz bin kişi başvuruda bulunuyor.
Çin de rock müziğin babası sayılan Cui Jian ın müzikleriyle ilgileniyorum bugünlerde. 1980 sonlarında şarkıları öğrencilerin dillerinden düşmeyen Jian, Tiananmen Meydanı nda yaşanan faciayı protesto etmek için gözlerini kırmızı bir eşarpla bağlayarak sahneye çıkmasıyla ünlü. Şarkı sözleri sert, eleştirel, kişisel. Sansürün yoğun olduğu bir ülkede çıkışları dikkat çekici. Tabii aynı sansür pop müziği de etkiliyor. Pop müzik olanca hızıyla genişliyor ama bir yandan da denetleniyor. Çin in Madonna sı olarak bilinen Anita Mui, 1990 larda fazla taşkınlık yaptığı gerekçesiyle yasaklanmıştı. O günden bugüne değişen çok şey olmadı.
Başlı başına bir inceleme konusu Çin de sanatın ve sanatçının hikâyesine bakmak. Ve zengin, köklü bir medeniyetin kendisiyle, Batı yla ve dünyayla ilişkilerine dair çok şey söylüyor.
19 Ağustos 2008