Önümde açık duran gazete sayfası. Bir tarafta şehit düşen askerlerin acılı haberleri, gencecik yüzler, isim isim, fotoğraf fotoğraf.
Ailelerin yası insanın yüreğini acıtıyor. Bir tarafta değerli işadamı Esat Edin ve çocuklarının insanı kedere ve şaşkınlığa uğratan yolculukları. Bilerek "yolculuk" diyorum adına ve "son" kelimesini eklemiyorum yanına. Zira ölümün bir son olmadığını kendimize yeniden hatırlatmamız gerekiyor böyle üzücü zamanlarda. O yüzden gazete sayfalarındaki "hazin son" ya da "son yolculuk" gibi başlıklar doğru gelmiyor bana. Son değil ölüm. Ne o askerler ne de Edin ailesi bir son içindeler şu anda.
Esat Edin, Avrupa da yaşasaydı ya da Amerika da mesela, muhakkak bir film yapılırdı hakkında, bir romana konu olurdu hayatı. Ve bir biyografisi yazılırdı. Yazılmalı da. Vizyon ve azim sahibi, son derece yaratıcı fikirleri ve bunları hayata geçirecek kadar sağlam bir özgüveni olan ama projelerinde hatalar da yapan bir insanın, bir babanın tüm iniş çıkışları, hataları sevapları, kusurları ve meziyetleriyle beraber hayatının kaleme alınması, sadece o kişinin tanıtılması açısından değil, bu ülkenin kültürel, toplumsal ve ekonomik dokusunun da daha iyi anlaşılması açısından önemli. Bireylerin, bilhassa böyle sıradışı insanların hikâyeleri olmadan toplumlar da anlaşılamaz, dönemler de.
Beni onun bir işadamı olarak yaptığı yatırımlar, girişimleri ya da yatırımlarında ne tür hatalar veya başarılar olduğu gibi daha teknik ya da özel sorular ilgilendirmiyor. Ben bir yazar olarak buradaki insana ve onun yaşam hikâyesine bakmayı tercih ediyorum. Ve böyle yaklaştığımda gördüğüm şey hem çok dokunaklı, hem alabildiğine sıradışı, hem de hüzünlü ve şaşırtıcı.
Bu yazıyı belki de kaleme almayacaktım. Ama Edin ailesinin yaşadıkları trajedi duyulur duyulmaz, bu haber gazete sayfalarına yansır yansımaz İstanbul da bir kafede oturan insanların hadiseden nasıl bahsettiklerine tanık oldum. Eğitimli, şehirli, modern insanlardan bahsediyorum. Eğitimli olmanın duyarlı olmak anlamına gelmediğini bir kez daha hatırlayarak.
Çaylarımızı yudumlarken, gazetelere bakıp yorumlar yapmak o kadar kolay ki bahsettiğimizin koca bir hayat, kainatın aynası olan eşref-i mahlukat, yani bir insan olduğunu bile unutuyoruz galiba. Ölüye saygı göstermek çoktan yitirdiğimiz bir özellik olmuş bugün. Hepimiz yapıyoruz belki bu hatayı. O kadar kolay geliyor ki önümüze gazeteleri açıp başkalarının hayatları hakkında ileri geri konuşmak. O kadar kolay geliyor ki çekiştirmek, ayıplamak, kıskanmak, kurcalamak, yargılamak ve acımak acımak acımak... Tüm bunları kendimizi ayrı bir limana koyarak -koyduğumuzu zannederek- velhasıl zanlar içinde yapıyoruz. Oysa hiçbir şey bilmiyoruz. Ne konuştuğumuz insanlar hakkında ne de onları da kapsayan, içine alan kainatın ritmi, akışı hakkında.
Hem Edin ailesine hem askerlerin ailelerine başsağlığı dilerken düşünmeden edemiyorum. Sanatçılar bazen hakikati "abartmakla" eleştirilir. Bilhassa da yazarlar ve yönetmenler. Edebiyat ve sinema. Bir romanda ya da filmde sunulan hikâyenin, hayatın yazdığı hikâyelerden daha parlak, daha albenili, ama aslında daha abartılı olduğu sanılır. Halbuki öyle değil. Hayatın hikâyeleri romanlardaki hikâyelerden daha az çarpıcı, daha az şaşılası değil.
07 Ekim 2008