Bir Zaman okuru “Edebiyatı sevmek için bana üç sebep sayabilir misiniz?” diye sormuş.
Soruyu okurken aklıma Leyla ile Halife Harun Reşid hikayesi geldi. Halife pek merak etmiş, ‘kimin nesi bu Leyla acaba? Kimin nesi ki şu Mecnun deli divane oldu ona olan aşkından? Herhalde çok özel bir kadın olmalı. Eşi benzeri olmayan, pek nadir güzellikte.’ Getirmişler Leyla’yı halifenin huzuruna. Harun Reşid bakmış. Güzel bir kadın ama ahım şahım bir tarafı yok hani. Bozulmuş. ‘Bu mu yani o Leyla Leyla dedikleri?’ diye sormuş yanındakilere. Sonra ‘belki de sesi çok özeldir, şunu bir konuşturayım’ diye geçirmiş içinden. O zaman Leyla almış sözü: “Doğru ben Leyla’yım Leyla olmasına da sen Mecnun değilsin. Bana Mecnun’un gözleriyle bakamadıkça onun bende ne gördüğünü göremezsin. Anlayamazsın.”
Edebiyat, özünde bir aşk işi. Mecnun gözleriyle bakmak lazım görmek için. Âşık olmadan bir kitap yazabilirsiniz elbette, hatta beş kitap yazabilirsiniz peşpeşe. Ama ortada aşk yoksa er ya da geç kendini tüketir o fitil, geçer o heves, edebiyatçı olarak kalamazsınız bir ömür boyu. Ve aşk özünde nasıl bir muamma ise, anlatmaktan açıklamaktan ziyade yaşanırsa, yaşanmayı talep ederse dolu dolu, edebiyat da öyle.
Edebiyat tıpkı tasavvuf gibi aşkınlık arayışından beslenir. Ben’in hudutlarını aşma arayışı. Edebiyatın gücü evvela zihinlerimizdeki ve yüreklerimizdeki hudutları sorgulamasından gelir. Kalıplara sığamamasından. Hayal ve hakikat, yasam ve ölüm, ben ve öteki arasındaki hudutları bir bir kurcalar. Hepimiz doğuştan bir kimliğin, ailenin, dinin, kültürün, cinsiyetin… velhasıl bir zaman diliminin içine doğuyoruz. Bu verili kimliğin dışında ve ötesinde insanlığa daha temel, daha evrensel bakabilmek ise sanatın işi. Edebiyat insanın özüne eğilebilmenin, empatiyle, sevgiyle, anlayışla bakabilmenin bir yolunu sunar bize.
Bu sayededir ki edebiyat aynı masada oturup bir ekmeği paylaşmayacak insanları bir araya getirir. Bölmez buluşturur. Ayrıştırmaz kaynaştırır. Edebiyat siyasetin, ideolojilerin giremediği evlerin kapısını çalar ve buyur edilir içeri. Çok farklı kesimlerden insanların yüreklerine seslenir. İnsanlar ve toplumlar arasında köprüler kurar. İnsanın kendi hikâyesini gene kendisine anlatması değildir ki edebiyat, tam tersine, insanın bir başkası olabilmesidir. Kendini bir başka insanın yerine koyabilme yeteneği, sonsuz empati yeteneği. Başkasının acısını iliklerinde hissedebilmektir edebiyat.
Yazının kalıcılığı, geçmiş ve gelecekle bambaşka bir ilişki kurmasına sebep olur yazarın. Geçmiş edebiyatçılara, çoktan ölmüş kıymetli şairlere ve yazarlara karşı sorumluluğu vardır yazarın. Bazen bana öyle gelir ki onların hayaletleri gezinir etrafta ben roman yazarken. Aslolan yazıdır. Anlatılan hikâyedir. Bir kitabın kalitesidir. O eskimez. Diyorlar ki ‘neden romanlarınızda hep arızalı karakterleri anlatıyorsunuz?’ Ben de soruyorum; ‘arızası olmayanımız var mı peki?’ Edebiyatçı da arızalı, yaralı. Ama her insan gibi, her insan kadar.
06.07.2008