Boston’da katıldığım bir edebiyat panelinde oturumu yöneten kişi şöyle bir ayırım yapmıştı vaktiyle: ‘Günümüze gelene kadar yazarlar ikiye ayrılırdı: Mektup yazanlar ile kart atanlar.’ Birinci gruptakiler daha sebatkar, daha uzun anlatımlardan yana, sürekliliklerin takipçileri.
İkinci gruptakiler ise daha kaotik, daha göçebe, gezginlikten ve süreksizlikten feyz alan. Mektup ve kart ayırımını bir metafor olarak görmek mümkün. Hakikat olarak da. Mektupların son derece önemli bir yeri var edebiyat ve sanat tarihinde. Yazarların, şairlerin, sanatçıların birbirleriyle ya da okurlarıyla yazışmaları geçtiğimiz yüzyılın en önemli kaynakları arasında sayılıyor. Bu yüzyıla gelince, artık ne mektup var ne kart atmak. Hızın esas olduğu, mesafelerin sıfırlandığı bir çağda edebiyatçıların yazışmaları da ekseriya ya açıktan, gazeteler ya da dergiler aracılığıyla herkesin okuyabileceği şekilde cereyan ediyor. Ya da e-mailler aracılığıyla, suya yazı yazar gibi, okunup da unutulmak üzere…
Ben hiç mektup yazabilenlerden olmadım. Ne böyle senelerce aynı kalemlerle yazışmak gibi bir süreklilik duygusu taşıdım hayatta, ne de uzun uzun kendimi anlatmaktan hoşlandım. Mektupseverler genellikle saklamayı seven insanlar. Koleksiyoncular. Kutu kutu anılar biriktirmek de uzak geldi bana. Hep sile sile inşa ettim, biriktirmeyi bilmeden. Hani insan kendinde olmayana daha çok ilgi duyarmış ya, belki de bu yüzden, mektup yazmayı seven yazar-şairler hep dikkatimi çekmiştir. Nasıl oluyor da senebesene ve genellikle aynı insanlarla böyle uzun uzun yazışıyorlar. Bugünlerde benzer bir merakla Baudelaire’in mektuplarını okuyorum. Bir sanatçıyı bütün çelişkileri, zaafları, kırgınlıklarıyla tanıyabilmek için yazdığı mektuplara bakmak yetiyor. İşte kolej yıllarında uzaktayken annesine hasretle yazdığı satırlar: “Bazen içimde kabaran bir şeyler oluyor, her şeyi, herkesi kucaklamak istiyorum. Bazen de okumayı başaramamak korkusu, hayat korkusu ya da pencereden güzel bir güneşin batışı… Bütün bunları kime söyliyeyim? Yanımda ne sen varsın ne dert ortağım, dostum.”
Bu mektuplarda Baudelaire’in toplum karşısında duyduğu yalnızlık, üvey babasına olan nefreti, annesine duyduğu sonsuz sevgi, çektiği maddi sıkıntılar, bir sanatçı olarak yanlış anlaşılmaktan duyduğu sıkıntı ve kendini yok edişlerinin tanıklıkları var. ‘Gerçekten hanımefendi, baştan aşağı çocukça yazılmış bu saçma, imzasız şiir taslakları için beni bağışlayın. Ama ne yapayım: Tıpkı çocuklar gibi, hastalar gibi bencilim ben. Acı çekerken sevgililerimi hatırlıyorum. Siz şiirlerimi ne kadar manasız bulsanız da hayalinizi içinde yaşatan bir gönlün var olduğunu unutmayın.’
Hani çoğu zaman Baudelaire gayet asi, kimseyi dinlemeyen, başına buyruk ve cesur bir kalem olarak anılır. Bir yanıyla öyledir elbette. Ama bir yanıyla son derece kırılgan, sevilmeye muhtaç bir sırça yürek, hepimiz gibi hepimiz kadar. Gene annesine yazdığı 1863 tarihli bir mektupta diyor ki: ‘Beni çok sev ne olur, bıkıp usanmadan sev. Zira buna çok ihtiyacım var.’
Baudelaire sadece hayatının her aşamasını değil ölümünü de mektuplarla anlatmayı seçmiş bir şair. 1845 tarihli intihar girişimi sonuna kadar gitseydi bu dünyadan bir mektupla ayrılacaktı: ‘Matmazel Lerner size bu mektubu getirdiği zaman ben artık yaşamıyor olacağım.’ Yazabildiği son ana kadar mektup yazdı. Hep aynı kadına: annesine. İnternet çağında şimdi onun adına web siteleri düzenleniyor, mektupları sanal ortamda dünyanın dört bir yanından anında okunuyor. Ama bu kadar aleni ve ünlü oldukları halde, gene de bozulmayan bir mahremiyet var o mektuplarda. Benim gibi mektup yazmaktan uzak olanları bile kendine çekiveren.
20.07.2008