Nicedir yazmak istediğim bir yazı var, Nedim Gürsel ile ilgili. Uzun senelerini edebiyata vermiş bu kıymetli romancımızın son romanı hakkında soruşturma açıldığı haberini basından öğrendim ben de, pek çoklarımız gibi. Türkiye’nin hızlı gündemi arasında belki de kayıp gitti bu haber, yeterince ilgi görmedi.
En kötüsü edebiyat dünyası sessiz kalmışa benziyor bu gelişme karşısında, kimileri ben-merkezci ilgisizlikten, kimileri ‘nasıl olsa buradan bir şey çıkmaz’ dediğinden. Halbuki bir romanın dine hakaret ettiği gerekçesiyle soruşturma konusu edilmesi başlı başına bir hadise, hep beraber üzerinde düşünmemiz gereken.
Bu yazıda niyetim Nedim Gürsel’in Allah’ın Kızları adlı romanını tartışmaya açmak değil. Zira inanıyorum ki bir romanı okumak ya da okumamak, sevmek ya da sevmemek kişiye bağlıdır. Tamamen bireysel bir tercih ve öyle de kalmalı. En yakın iki arkadaştan biri bir kitabı severken öteki sevmeyebilir. Ya da aynı insan ömrünün bir noktasında okuyup da sevmediği bir kitabı seneler sonra okuduğunda beğenebilir. Edebiyat esnektir, akışkandır.
Sanat ve edebiyat doğası gereği meraklıdır. Sanatçı bir hikâye anlatır ama anlatırken evvela kendisi anlamaya çalışır. Anlamak, anlamlandırmak ve anlatmak… bu üç fiil temeldir romancılıkta. Sanatçı duymaya alışkın olmadığımız seslere kulak verir, hudut boylarında gezinmeyi sever. “Roman okuru okurların en yalnızıdır”, demişti Walter Benjamin. Öylesine som bir yalıtılmışlık ve yalnızlık gerekir roman okumak için. Aileden, arkadaşlardan, gündelik uğraşlardan, her şeyden ve herkesten birkaç saatliğine de olsa uzaklaşarak, tamamen kendi içine çekilir roman okuru bir kitabı bitirirken. Hele ki sarmışsa okuduğu roman, hele ki kurulmuşsa okur ile kitap arasında bir köprü, başka kimselere geçit vermeyen. Bir yanıyla bir “sırdaşlık”tır insanın sevdiği bir romanı okurken hissettiği. Başkalarına aktarılamayan, aktarılınca efsununu kaybeden bir sırdır her roman, sadece okurunun bildiği. Hakiki roman okurları bu yalnızlığın içinde gündelik hayattakinden daha esnek, daha önyargısız olur, romanın gerçekliğinin farklı olduğunun bilinciyle zihinlerinin ve yüreklerinin kapılarını açık tutar. Bu yüzdendir ki, siyasetin geliştiremediği empati, uzlaşma ve anlayış dilini sanat ve edebiyat geliştirebilir, bilhassa bizimki gibi siyasetin hoyrat ve çatışmacı olduğu memleketlerde, sanat barışın, paylaşımın dilini konuşur.
Ne yazık ki toplumdaki fay hatlarından edebiyat da nasibini alıyor. Roman da edebiyat da politikayla tartılıyor, tartışılıyor bizde. Partizanca ya yüceltiyor ya karalıyoruz yazarlarımızı. Halbuki bir yazarın belki bir kitabını sever bir başka kitabını sevmezsiniz. Tüm eserlerinden kimilerini kimilerinden daha yakın bulursunuz kendinize. Niçin mümkün olmasın? Daha esnek ve daha kitap temelli bakamadığımız için topyekün ret ya da topyekün savunma halindeyiz. Edebiyat eserlerini bu gergin zemin üzerinde tartışmanın ne edebiyata ne de bir toplumun kültürel dokusuna faydası var. Nedim Gürsel son romanında kutsal bir alana edebiyatçı kimliğiyle bakmış, romancılara özgü o çocuksu merakla yaklaşmış. Yorumlarına katılmayabilirsiniz ama samimiyetinden şüphe etmek, niyetini sorgulamak, hele onu bu suçlamayla mahkemeye taşımak büyük haksızlık olur. “Ne kadar yürek varsa Hak için çarpan o kadar çok yol vardır Ona doğru”, der tasavvuf. Ne kadar çok kalem varsa yazan çizen, o kadar çok yorum var, algı var, görüş var. Bırakalım bu çoğulluk akışkanlığını korusun.
10.08.2008